Sonunda Rusya Federasyonu Ukrayna’ya saldırdı ve onca yıldan sonra Avrupa kıtasında savaş başladı.
Ukrayna’yı ayrı bir devlet olarak görmek ve kabul etmek istemeyen Vlademir Putin, yayılmacı Rus milliyetçiliği saikıyla Avrupa’yı ateşe attı.
Putin’in söyleminde Ukrayna diye ayrı bir devlet yoktur. Çünkü orası “tarihte Rus’tu, yine Rus olmalı...”
Rus milliyetçileri Ukrayna’dan “Küçük Rusya” olarak söz ediyorlar, yani bir tür “yavru-vatan...”
Bütün yayılmacı milliyetçiliklerde görülen seçilmiş “tarih okumalarını” günümüzün Rus milliyetçiliğinde de görüyoruz. Putin, Kievli Vlademir’in 1000 yıl önce vaftiz olmasıyla Rusya ile Ukrayna’nın tek halk olduğunu ileri sürmektedir.
Nitekim 2013 yılında Kiev’e düzenlediği bir ziyarette ise şöyle diyordu: “Bizim ruhani birliğimiz Kutsal Rus’un 1025 yıl önce vaftiz olmasıyla başlamıştır. O tarihten beri halklarımızın yaşamında çok şey değişmiştir ama ruhani birliğimiz o kadar güçlüdür ki, bunu değiştirmeye hiçbir otoritenin gücü yetmez. Çükü bizim ruhani birliğimiz tanrının hükmüdür.”
Oysa Putin bu mesihçi sözleri sarf ettiğinde Ukrayna halkı Avrupa Birliği ile gümrük birliği anlaşması imzalamaya hazırlanıyordu.
Yani, Putin’in sözünü ettiği “ruhani birlikten” eser yoktu!
İşte, Ukrayna halkının en büyük “günahı” da Rusya yerine Avrupa Birliği’ni seçmiş olmasıydı. Batı’ya yönelişin ilk ağır bedeli, Kırım yarımadasının Rusya’ya ilhakı oldu. Bugün ise bütün Ukrayna korkunç bir Rus işgaliyle karşı karşıyadır...
Putin’in Avrasya’da kurulacak “Büyük Rus Devleti” rüyasını destekleyen milliyetçi aydınlardan Dugin ve Glazyef, daha 2013 yılında “Avrasya’ya katılmayı reddederse Ukrayna’nın işgal edilmesi gerektiğini” söylüyorlardı.
Sadece milliyetçi aydınlar değil, 18 Şubat 2013 tarihinde yayınlanan resmi dış politika konseptine göre de, devletlerin zayıflamasıyla geniş bir alanın açılacağı ve bu alana Rusya’nın hükmedeceği öngörülüyordu.
Rus milliyetçiliğinin Batı-karşıtlığı sadece jeo-politik yönelimlerden kaynaklanmıyor. Putin ve danışmanlarının gözünde Batı medeniyeti “çürümüş bir medeniyettir.” Rus medeniyeti ise “zinde” ve “dinamiktir”. Eril (maço) bir medeniyettir, çünkü “bozulmamıştır.” Oysa Batı’da “erkekler gay olduğu için kadınlar erkek bulamıyorlar”.
Bu ve buna benzer maço ve eril söylemlerle Avrupa Birliği’nin çökmeye mahkum olduğu ileri sürülürken, Avrasya’da kurulacak Rus imparatorluğunun yükselişe geçeceği iddia ediliyor.
Putin hükümeti, Avrupa Birliği’nin “çöküşüne hızlandırmak” için, AB’ye karşı olan aşırı sağcı Avrupalılar ile işbirliği yapmayı ihmal etmiyor. Başta Marine Le Pen olmak üzere, Avrupa’da bütün aşırı sağ akımları destekliyor.
Aslında Putin’in medeniyetçi-saldırgan Rus milliyetçiliği ideolojisini benimsediği ve “yaşam alanı” tezine dayalı jeopolitik bir anlayışla hareket edeceği iktidarının erken döneminde belli olmuştu. 2005 yılında İsviçre’den Moskova’ya taşınan bir mezar Putin’in bu ideolojik saplantısının sarih biçimde açıklıyordu.
Putin’in törenle gurbetten Moskova’ya taşıdığı mezar, İvan İlyin’e aitti. 1954 yılında İsviçre’de ölen İlyin, Sovyetler Birliği’ni ve sosyalizmi reddeden bir filozoftu. Bu yüzden ülkeyi terk etmişti. “Masum Rusya’ya komünizmi çürümüş Batı’nın bulaştırdığını” düşünüyor ve kurtuluşun “Rus-Hristiyan” sentezinde olduğunu söylüyordu.
Rusya’yı Rusların “temiz ruhu” ve Tanrı kurtaracaktı...
Putin Rusya’sında İlyin yavaş yavaş popüler oldu. Bizzat Putin konuşmalarında İlyi’nden alıntılar yapıyordu.
Evet, yayılmacı, saldırgan bir milliyetçilikle karşı karşıyayız. Fakat Batı’nın Rusya Federasyonu’na karşı ciddi hatalar yaptığını da söylemeliyim.
20. yüzyılın sonlarına doğru Varşova Paktı yıkılmış, reel sosyalizm tarihi bir yenilgi almıştı. Batılı ülkeler, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, bu yenilgiyi büyük bir fırsat olarak görmüşlerdi. Bir yandan sosyalizm fikri karşısında kendini beğenmiş bir edayla liberalizmin kalıcı üstünlüğünü ilan ediyor, diğer yandan Rusya Federasyonu’nun hassasiyetlerini dikkate almadan Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerini peşi sıra NATO’ya alıyorlardı.
Nitekim 1993 yılının Eylül ayında Yeltsin dönemin ABD başkanı Bill Clinton’a yazdığı bir mektupta, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO’ya entegre edilmesini Rusya’ya karşı bir hareket olarak görmediğini belirttikten sonra, çok önemli bir noktanın altını çiziyordu: “Fakat bizim kamuoyunun böyle bir adıma karşı nasıl tepki göstereceğini hesaba katmak önemlidir.”
Gelgelelim, Rus kamuoyunun tepkisi Batı’da pek fazla hesaba katılmadı. Gorbaçev’in 2009 yılında Bild gazetesine söylediği gibi, “bazı Batılılar parlak bir zafer kazandıklarını düşünerek gizlice ellerini ovuşturuyorlardı...”
Bu söylediklerimiz elbette Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaş başlatmasını asla haklı çıkarmaz. Fakat şu da bir gerçektir ki, bir çatışmada zafer kazananlar yenilenlere dayattıkları şartlara dikkat etmezlerse, yeni çatışmaların ve krizlerin şartlarını kendi elleriyle hazırlamış olurlar. Dünya tarihi bu gerçekliğin tanığıdır...