Aya Marinalı Kıbrıslı Maronit Andonis Bulli’nin öyküsü...

Sevgül Uludağ

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada Kıbrıslı Maronitler’in Forumu’nda bir makale gözüme ilişiyor: Aya Marinalı Kıbrıslı Maronit Andonis Bulli’nin oğlu Dr. Josef Bulli, babası hakkında yazmış... Bu makaleyi “google çeviri” aracılığıyla Rumca’dan İngilizce’ye çeviriyorum ve Dr. Josef Bulli’ye gönderiyorum – Türkçe’ye çevirmek için iznini istiyorum... “Google translate” aracılığıyla çevirmiş olduğum makalenin İngilizce versiyonuna bir bakıp düzeltme yapmasını istiyorum ki Türkçe’ye çevirebileyim... Bunu severek kabul ediyor... Ancak benim daha daha sorularım var babası hakkında... Ona bazı sorular gönderiyorum ve mümkünse yanıtlamasını istiyorum... Hemen bunları yanıtlayarak babasının hayatının ayrıntıları hakkında beni bilgilendiriyor... Bugün sizlerle Dr. Josef Bulli’nin babası Aya Marinalı Kıbrıslı Maronit Andonis Bulli’nin hayatına dair yazdıklarını paylaşmak istiyorum...

AYA MARİNA’NIN ÖNEMİ...

Bilindiği üzere, Aya Marina halen “askeri bir köy” konumunda... Aya Marina yani Gürpınar köyüne giriş çıkış yok... Kıbrıslı Maronitler’le Kıbrıslıtürkler’in yüzyıllarca birlikte yaşamış oldukları bu ortak köyde, güzel bir hayat vardı – Maronitler’le Kıbrıslıtürkler karma yaşıyorlardı... Aralarında evlilik bağıyla oluşan akrabalıklar da yaygındı... Kormacit’ten ve diğer Maronit köylerinden çok farklıydı bu bakımdan Aya Marina köyü...

Aya Marina köyünün bir diğer özelliği, 1963-64 çatışmaları esnasında köyün papazı Andreas Frangu’nun köylüsü Kıbrıslıtürkler’in canlarını koruması olmuştu... Koççinodrimitya’dan gelen faşist Kıbrıslırumlar, bu köyde bir katliam gerçekleştirmek istemişlerdi ancak papaz onlara karşı çıkarak onları köyden yollatmıştı... Onlar da köydeki Kıbrıslıtürkler’i katliama tabi tutamayınca, köyde öğretmenlik eden Gönyelili Hüseyin Yalçın’ı köyün dışında bisikletiyle yakalayıp öldürmüşler ve onu “kayıp” etmişlerdi... Ardından köyden birkaç genç Maronit’i de yanlarına alarak köydeki Kıbrıslıtürkler’i taciz etmeye kalkışmışlar ve bunun üzerine – TMT’nin de “Köyü boşaltacaksınız” şeklindeki emri üzerine de – Kıbrıslıtürkler, köyden ayrılmışlar ve civar köylere (Ayermola, Şillura, Fota vs.) gitmişlerdi... Bunun anlamı şuydu: Bazı karma aileler – Ahmediyeler gibi – bölünmüştü... 1974’te ise bu köyün Maronit Kıbrıslılar göç etmek zorunda bırakılacaklar ve köy “askeri” bir köye dönüşecekti. Karma Kıbrıslıtürk-Maronit ailelerin tekrardan bir araya gelip buluşmaları 2003’te kapılar tekrar açılınca gerçekleşecek ve o gün bugündür, bu aileler güzel ailevi ilişkilerini sürdürmeye devam ediyorlar...

MARONİT FORUMU’NDAKİ YAZI...

Dr. Jozef Bulli (Joseph Poullis), Kıbrıslı Maronit Forumu’nda geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı yazısında şöyle yazıyordu:

“Babama: Bağımsızlık hakkında anlattığımız sahte hikayenin psikotik eğilimlerle ilgili olduğunu söylüyorum...

Bir zamanlar, Lefkoşa’nın dışındaki küçük Aya Marina köyünde bir oğlan çocuğu, zenginlikler ve trajedilerle yüklü bir dünyaya doğmuştu... Bu çocuk yani Andonis Bullis henüz altı aylıkken babası vefat etmişti ve onu nenesiyle dedesi büyütecekti... Kaybına karşın bu çocuk acıyla ve sevgiyle büyütülecekti ve bunlar da çocukluğunda izler bırakacaktı. Ancak bir diğer trajedi de hayatını vuracaktı ki bu trajedi herşeyi değiştirecekti. Sevgili yurdunda savaş meydana gelecek ve herşeyi kaybedecekti. Servetini, evini, güvenlik duygusunu – çatışma kaosunda tüm bunlar elinden kayıp gidecekti...

Eşi ve dört çocuğuyla kaçmak zorunda kalan Andonis kendisini bir göçmen kampında yaşıyor ve hayatta kalmak için mücadele ediyorken bulacaktı. Ancak kararlı birisiydi ve koşulların kendisini yenmesine izin vermeyecekti.

Leymosun limanında bir iş bularak hiç yorulmadan çalışacaktı ailesini desteklemek ve evlatlarına layık oldukları eğitimi sağlayabilmek için... Ülkesi için hizmet ederken bacağından aldığı yaradan ötürü bir sakatlığı olsa da, hiçbir zaman vazgeçmedi. Sevdikleri uğruna kendi sağlığını feda ederek çalışmayı sürdürdü.

Ancak tüm hizmet yıllarına ve fedakarlıklarına karşın hayatını adamış olduğu ülke tarafından unutulmuştu... Politikacılar yozlaşmıştı, pasaport satıyorlar ve Kıbrıs sorunundaki siyasi çıkmazdan yarar elde ediyorlardı... Kendi malı üstünde hiçbir hakkı olmayan göçmenlere sözler veriliyor, göçmenler rehine olarak tutuluyordu bir boşlukta, son 55 yıllık süre içerisinde... Sesi adalet için yükselirken, o da boşluğa düştü – çünkü hükümet ancak onun acısını kendi propagandası için kullanmak istiyordu, başka birşeye ilgi duymuyordu...

Tüm bunların ortasında tarihin bir diğer katmanı daha vardı – kültür haline getirilen bir illüzyon ve anlatı... Bağımsızlık düşüncesi, birleşik bir Kıbrıs rüyası, onlarca yıldan bu yana insanlara enjekte ediliyordu... Ancak tıpkı Aya Marina’dan o küçük çocuğun hissettiği gibi, bu boş bir vaad idi, hiçbir zaman da yerine getirilmeyecek bir vaad gibi duruyordu.

Gerçek odur ki Kıbrıs’ı bunca süredir etkisi altına alan yozlaşma ve siyasi çıkmaz, gerçek bağımsızlığı uzak bir rüyaya dönüştürmüştür. İlerleme illüzyonu dikkatli çekilde biçimlendirilmektedir ancak nihayetinde boş bir vaade dönüşmektedir. Ve insanlar daha parlak bir geleceğe inandıklarını söyleseler de, gerçekte bir işkence ve düşkırıklığı fasit dairesine hapsolmuş durumdadırlar.

Aya Marinalı o çocuk, giderek uzaklaşıp kayıp gitmekte olduğunu görse de, bağımsızlık düşüncesine sıkı sıkıya sarılmaktadır. Bu bir umut kaynağı, bir gurur ve kimlik kaynağıdır. Ancak yaşadığı dünyaya dönüp baktığında bir tür ihanete uğramışlık hissine kapılmaktadır. Bağımsızlık vaadi bir yalandı, kitlelerin dikkatini dağıtmak üzere satılan sahte bir söylemdi...

Ve böylece mücadele etmeye ve umut etmeye devam ediyor. Önündeki yolun uzun ve zorlu bir yol olduğunu bildiği halde vazgeçmeyi reddediyor. Kültüre enjekte edilmiş illüzyon ve anlatılara karşın, o biliyor ki gerçek hala dışarıda biryerdedir ve günün birinde, bir şekilde galip gelecektir.

Şimdilerde demansla ve hiç dinmeyen acılarla mücadele ederken, ızdırabı içerisinde yapayalnızdır. Geçmişten hatıraları – zenginliği, sevgisi, kararlılığı – tüm bunlar, sanki uzak bir rüya gibidir. Bir zamanlar ona ait olan ama şimdi ulaşılmaz ve ysak olan toprağına bakıyor ve kalbinin derinliklerinde bir aldatılmışlık hissi hakim oluyor...

Bağımsızlık Günü’nü kutlamak, insanlara mücadelelerini unutturmaya ve karşı karşıya kaldıkları ihaneti görmezden gelmeye yarıyor. Bu da hükümetin ilerleme, birlik ve umut illüzyonunu bir tür satma biçimidir. Ancak gerçeği bilenler için, aslında neler olması gerektiği hakkında acı verici bir hatırlatmadan başka birşey değildir bu kutlamalar.

Ve böylece Aya Marinalı o çocuk, ülkenin sözde bağımsızlık kutlamalarını izliyor ve bir tür hüzün ve hayal kırıklığı hissediyor... Biliyor ki gerçek bağımsızlık ancak insanlar adalet ve eşitlik için mücadelede birleştiklerinde gelecektir. Ama şimdilik yalnızca izleyebiliyor ve günün birinde bu illüzyonun yıkılarak gerçeğin galip gelmesini umut ediyor...”

ANDONİS BULLİ’NİN HAYATI...

Dr. Josef Bulli’ye babasının hayatına dair başka sorularım da oluyor ve o da oturup bu sorularıma yanıt yazıyor... Dr. Josef Bulli, sorularıma yanıt verirken şöyle yazıyor babası hakkında:

“Kıbrıs’ın kuzeyindeki sevimli Aya Marina köyünde 8 Mayıs 1943’te Andonis Bulli dünyaya gelmişti. Bu sakin ve pitoresk köy, adadaki Maronit yerleşimlerinden geride kalan dört köyden biriydi... Andonis’in hayatı sınanmalar ve zaferlerle geçecekti – yolculuğu dayanıklılık ve sevgiyle betimlenecekti.

Büyürken Andonis çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalacaktı. Henüz altı aylık bir bebekken babası tüberküloza yenik düşecek, geride Andonis’i hayatı boyunca takip edecek bir boşluk bırakacaktı. Annesi tekrardan evlenmiş ve altı çocuk daha doğurmuştu, Andonis ise o büyük ailenin kaosu içerisinde kendisini ihmal edilmiş küçük bir çocuk olarak bulacaktı. Kişiliği gelişirken annesinin duygusal bakımdan yanında olmaya müsait olmayışı, kayıp ve terkedilmişlik duygusunu arttıracaktı.

Teselli arayan Andonis, nenesiyle dedesine sığınacak ve onlar onun koruyucusu olacaktı. Nenesinin sevgisi onu dünyadaki zorluklardan korurken, çalışkan bir çiftçi olan dedesi de da sonuna kadar direnmenin değerini öğretecekti... Nenesiyle dedesi Andonis’in geleceğine yönelik sağlam bir temel oluşturacaklardı.

Nenesiyle dedesinin sevgi ve desteğine karşın, Andonis kendi gerçekiğinden kaçamayacaktı – o da pek çok bakımdan yalnız olduğu gerçeğiydi. Annesinin öteki çocukları onun ilgisini talep ediyordu ve babasının kardeşlerinin de kendi aileleri vardı. Andonis, dedesinin kiraladığı arazilerde, birlikte hiç yorulmadan çalıştıkları tarlalarda bulacaktı teselliyi...

Zamanla Andonis’in hayatı biçimlenmeye başlamıştı. Tarım okuluna gidecek ve çiftçi olacak, 18 yaşına geldiğinde evlenecekti. 1963 yılında kendisi de baba olmuş, ilk kızı dünyaya gelmişti. Ancak babalığın verdiği neşe, adadaki Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk milliyetçiler arasında tırmanan gerginlikle gölgelenecekti hemencecik...

Çatışma yoğunlaşırken Andonis, Koççina ve Mansura çatışmalarında yer almak üzere çağrılacaktı – bu çatışmalarda şiddet ve nefretin yıkıcı etkilerine tanık olacaktı... Bir bombardıman esnasında şarapnellerle yaralanan Andonis, ömrü boyunca bu çatışmaların fiziksel ve duygusal yaralarını taşıyacaktı...

Köyüne dönen Andonis, ailesini büyütmeye devam etti – üç çocukları daha oldu. Ancak 1974 yılında savaş yeniden patlak verdi ve eşi ve çocuklarıyla Leymosun’a kaçmak zorunda kaldı. Geride topraklarını ve barşçıl hayatlarını bırakmak zorunda kalarak kiralık bir eve taşınacaklardı – bu evin sahibi olan bir Kıbrıslıtürk, Kıbrıs’a asla barış gelmeyeceğini söylüyordu...

Ailesinin geçincesini sağlamakta kararlı olan Andonis, Leymosun limanında şöför olarak iş buldu – sabahın köründen geceyarısına kadar çalışıyordu... Savaşta aldığı yaraların neden olduğu acılara karşın çocuklarının eğitimini sağlama güdüsüyle çalışmayı sürdürdü.

1999 yılında Andonis işini kaybedince, bir darbe daha almış oldu. Ancak baldızı Rachel’in yardımıyla iki seneliğine bir iş buldu ve sonra da bir otelde bahçıvan, sonra da oğlunun muhasebe ofisinde mesincer olarak çalışmaya devam etti.

Andonis hayatı boyunca evlatlarına ve torunlarına bağlı bir baba ve dede oldu... Küçük oğlunun eşi kansere yenik düşüp de geride küçük bir evlat bırakınca, Andonis ve eşi Suzana derhal devreye girerek sarsılmaz bir sevgi ve dayanışma gösterdiler bebeğe...

Ne yazık ki 2010 yılında bir inme geçiren Andonis’e vasküler demans teşhisi kondu. Ailenin mümkün olan en iyi bakımı sağlama çabalarına karşın, Andonis’in sağlığı hızla bozuldu. Hükümet pek az yardım ediyordu ve bir zamanlar çok değerli olan toprakları da askerin işgali altındaydı ve böylece giderek artan sağlık harcamalarını karşılayacak herhangi bir tazminat da sağlanmıyordu kendisine.

Bugün Andonis’in sesi demansın tahribatıyla kaybolmuş olabilir ancak mirası evlatlarında ve torunlarında yaşıyor. Dayanıklılığının bir göstergesi gibi, evlatları başarılı hayatlar sürdürüyorlar – iki kızı Lefkoşa’da ailelerine bakıyorlar, iki oğlu ise biri muhasip, biri de klinik psikolog olarak Londra’da hayatlarını sürdürüyorlar. Andonis’e ait arazi, son yıllarında ihtiyacı olan mali desteği sağlamamış olsa da, ailesinin iyiliğine ve eğitimine yönelik hiç sarsılmayan bağlılığı, onlar üzerinde silinmez bir iz bırakmıştır.

Andonis’in yolculuğu, güçlükler karşısında sevginin, dayanıklılığın ve kararlılığın gücüne dair etkili bir örnektir. Kalp kırıklıkları ve zaferlerle dolu öyküsü, insan ruhunun ve aile bağlarının devamlılığına dair bir gösterge gibidir.

Fiziksel olarak zayıf düşmüş olsa dahi Andonis’in ruhu, evlatları ve torunları için bir güç ışığı olarak duruyor... Hayatı, fedakarlık, dayanıklılık ve sevgiden oluşan güzel bir goblen gibidir – yarattığı bu miras da gelecek kuşaklara ilham vermeye devam edecektir.

Nihayetinde Andonis’in öyküsü yalnızca karşı karşıya kaldığı mücadelelerle ilgili değildir – onu hayatta tutan sevgi ve en karanlık günlerde onu taşıyan boyun eğmez ruhuyla da ilgilidir bu öykü... Ailesinin yüreğinde ve aklında Andonis her zaman onlara bağlı bir baba, sevecen bir dede ve hiç sarsılmayan bir kararlılık ve cesaret gücü olarak hatırlanacaktır...”


Andonis Bulli, torunlarından biriyle...