Ayça Alav Cinayeti, Cezasızlık ve Artan Suç Oranları

Aslı Murat

22 Aralık günü öğle vakti, iş yerinde öldürülen Ayça Alav’ın katilleri, kısa süre içerisinde sırra kadem basmıştı. Türkiye basınına da yansıyan korkunç olay ile alakalı ilk etapta, katillere yardım ve yataklık ettikleri iddia edilenler tutuklandı. Gerek Polis Teşkilatı gerekse Cumhurbaşkanlığı tarafından yapılan açıklamalarda, zanlıların Kıbrıs’ın güneyine kaçtıkları ifade ediliyordu. CB iki toplumlu “Suç ve Suça İlişkin Konular Teknik Komitesi”, meseleye yönelik 26 Aralık günü, cinayet zanlılarının güneyde yakalandığı haberlerinin doğruları yansıtmadığını, Kıbrıslı Rum yetkililer ve BM polisi ile iletişim içinde olduklarını ve girişimlerinin devam ettiğini kamuoyuna bildirdi. İyi niyetli bir bakış açısı ile, devlet yetkililerinin kuralına uygun olarak bu olayı açıklığa kavuşturmak için çalıştıklarını ve manipülasyona kapılmanın sürece daha da zarar verebileceğine işaret ettiklerini söylemek mümkün. Peki, sonrasında ne oldu?

Acılı aile, uzun bir bekleyiş içine girdi. Böyle bir travma karşısında, olayın ceza hukuku boyutu yanında, psikolojik bir yönü olduğunu da akıldan çıkarmamak gerek. Tam da bu sebeple, cezasızlığın yaratabileceği tahribata vurgu yapmak önemlidir. Cezasızlık; gerçekleşen bir hak ihlâlinin soruşturmasının, sanıkların bulunmasının, yargılanmasının ve cezalandırılmasının, suçtan mağdur olanların tazmin edilmesinin söz konusu olmamasıdır. Bu noktada, devletin sorumluluğuna işaret edilir. Genel itibariyle devletin sanık sandalyesinde oturduğu ağır insan hakkı ihlalleri için kullanılsa da, Ayça Alav cinayeti gibi olaylarda da etkili soruşturma yapmayan, suçu açığa çıkarıp gerekli cezaların verilmesine imkân yaratmayan birçok devlet, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında mahkûm edilmiştir.

Uluslararası hukuka göre, Kıbrıs’ın kuzeyindeki fiili hâkimiyeti gereği Türkiye aleyhine tazminatın hükmedildiği benzer davalar mevcuttur. Birbirinden farklı sebeplere dayanan işbu cinayetlerde gerçekleşen cezasızlık acıyı daha da arttırmış, mağduriyetleri ağırlaştırmıştı.  Elmas Güzelyurtlu ve ailesi ile Kutlu Adalı cinayetleri bunlara örnektir. Bilinmelidir ki, bir neticeye vardırıl(a)mayan cezai süreçler; adaleti yaralar, vicdanı rahatsız eder ve yas sürecinin sağlıklı şekilde ilerlemesini engeller. O yüzden işlenen bir suçun, tüm yönleri ile açığa çıkarılması ve sorumluların cezalandırılması hukuk devletinin olmazsa olmaz ilkeleri arasındadır.

***

Bu çerçevede yaşanan engellerin en büyük nedeni, çözülmeyen Kıbrıs sorununun yarattığı tuhaf statükodur. Savaşın ardından adanın kuzeyi ve güneyi arasına çizilen ama somut hayattaki karşılığı belli noktalar dışında çok da belirgin olmayan bir sınır var. Bugüne kadar pek çok kaçakçılık hikâyesine sahne oldu bu hat. Pek tabi ki insanlara ilişkin meseleler de yaşandı. Savaş ve zulümden kaçıp, kuzey üzerinden güneye geçmeye çalışanlar oluyor zaman zaman. Bazen de adeta bir kara deliğe dönüşen adanın kuzeyinde suç işleyip adaletten kaçmak isteyenlerin “kurtuluş bileti”!

İlk defa Alav cinayetinde yaşamadık bu rezilliği. Gürcü asıllı zanlılardan Alexis Moisidis’in güneye,  Özgöçmen cinayetini işleyen Mohammed Salman'ın ise kuzeye iadesini / teslim edilmesini hatırlayanlar olacaktır. Bu gibi gelişmeler ciddiyetle ele alınmalı, o süreçlerde yürütülen istişare ve yöntemler ile suçlu iadesi süreçleri sağlıklı bir şekilde takip edilmelidir. Adanın herhangi bir noktasında suç işleyen kişilerin, çözümsüzlüğü avantaja çevirmelerine fırsat vermemek gerekir. Ne yazık ki geçen hafta yaşanan olay, gelecekteki iş birliğine zarar verebilecek niteliktedir.*

Evet, zanlılar bir şekilde polise teslim edildi. Cinayetin karanlıkta kalmaması, aile açısından tartışılmaz bir öneme sahip. Ama bu sürecin, Kıbrıslı Türk - Rum yetkililer ve BM görevlileri eli ile yürütülmemesi (tüm aktörler bu şekilde açıklama yaptı), hem hukuk güvenliği açısından hem de yıllardır ağır aksak yürütülen işbirliği açısından zafiyet yarattığı ortadadır. Her ne kadar özellikle Polis Teşkilatı, operasyonda bir dahli olmadığını ileri sürse de, sorumluluğu ortadan kalkmaz. Benzer bir senaryoyu, aktörleri değiştirerek yeniden yazsak, aynı kabullenmişlik ile hareket edecek miydik? Güneye geçmesi halinde tutuklanacak, kundaklamadan aranan bir Kıbrıslı Rum’un kuzeyde hiçbir yasal yetkisi olmadan, suç işlediği iddia edilen birini yaka paça alıp kaçırdığını düşünün. Yine “kahraman” olur muydu?

Eğer bu gibi yasadışı operasyonlara göz yumarsak, cinayet işleyen bir katilden bir farkımız kalmaz. Bu noktada eşinin katillerinin bulunması için para ödülü koyan aileye tek bir kelime söylemek, eleştirmek mümkün değil. Esas eleştirilmesi gereken, teknik komite yetkilileri başta olmak üzere iki tarafın güvenlik güçlerinin bu meseleyi iki buçuk, üç hafta boyunca açıklığa kavuşturamaması, bu yönde etkili bir süreç yürütememesidir.

***

Tüm bunlara ek olarak adanın kuzey yarısında, güvenlik erozyonu yaşadığımız tartışmasız bir gerçektir. Suç oranlarının artması ve çeşitliliğindeki yelpazenin gittikçe genişlemesi, önleme yetisini gittikçe zorlaştırıyor. Bu sorunları yaratan nedenlerin başında; ülkenin muhaceret sistemi geliyor.  Adaya özellikle deniz ve hava yoluyla gerçekleşen giriş çıkışlar, kalışlardaki kontrol ve denetimde yaşanan zafiyetler, korunaksız bir kara parçasına dönüşmemize neden oldu.

Cezaevindeki suç oranlarına bakıldığında, geçtiğimiz aylarda açıklanan verilere göre, kayıt dışılık (yani kaçak olarak ikametin) ikinci sırada yer alıyor. Ama biliyoruz ki, ilgili kişiler başka bir suça karışıyor ve o zaman statüleri ortaya çıkıyor. Yani kayıt dışılık bir nevi suça teşvik ediyor, öncül suç olarak verilerde yerini alıyor. Bunu meşrulaştırmak için söylemiyorum ama sosyal güvenceden yoksun bir insanın, kamu düzenini bozucu herhangi bir fiili gerçekleştirmesi çok da şaşırtıcı değil. O yüzden ülkeye girişteki muhaceret sorgusu önemlidir, o yüzden öğrenci – işçi - turist vizeleri ince elenip sık dokunarak verilmeli, ciddi şekilde denetlenmelidir. Tabi ki bu konudaki sorumluluk sadece polise düşmez. Devlet idaresi yanında, işçi talep eden işverenlerin, öğrenci kabulü yapan okulların da kontrol ve denetim süreçlerinde aktif şekilde rol almalarını sağlayacak yasal mekanizmaların güçlendirilmesine ihtiyaç vardır.

Netice itibariyle, suçu önleyici politika ve mekanizmaların hayata geçirilmemesi; polisin, mahkemelerin ve cezaevinin yükünü arttırmaktadır. Böylece kötü durumda olan kamu maliyesi, daha da zarara uğratmaktadır. Ama tüm bunların ötesinde, insan hayatının tehdit altında olduğu, toplumun kendini güvende hissetmediği bir ülkede yaşamak kabul edilebilir değildir. Her ne kadar mahkemede sanık olarak yargılanamıyor olsa da, ülkeyi idare eden “hükümet”, önleyemediği her bir suçun sanığıdır…