Sevinçlerimizle değil acılarımızla zenginleşiyoruz/Güllerin açmaktan vazgeçtiği bu mevsimde/hüznün yüreğime düşmesi için/ ayrıntıların hepsi tamamlandı/Sonunda içim dışıma vurdu/Yıpratılmış duygularımın verdiği hasar/yüzüme yansıdı; ille de gözlerime/Şimdi aynalarda koca bir hüzün/Öyle bir hüzün ki yüzüm!.. (H.İ)
Uzun zamandır gelmek bilmeyen kış, nihayet geldi. Hem de öyle ani geldi ki neye uğradığımızı şaşırdık. Aslında takvim olarak kış ortasındaydık da iklim olarak daha Sonbahara bile girmemiştik kısa süre önce. Bu yüzden de gafil avlandık bu paldır küldür gelen kışa ve soğuğa. Eski kışlara benzeyen bir kış bu… Şimdikinden tek farkı o zamanlar uçarı ve toy yüreğimizin henüz bazı duyguları tanımamış olmasıydı. Hayal sukutu gibi, keder gibi, hüzün gibi… Hayat serüvenimizde onlarla da tanıştık. Bu yüzden şimdilerde hüznü de ilham eden bir mevsim bu… Karanlık ve soğuk…
Hüzün de bir duygu, tıpkı mutluluk gibi, sevinç gibi, aşk gibi… Onlardan biraz farklı; daha çok ayrılık gibi, hüsran gibi… Hüzün, insanı olgunlaşmaya götüren bir basamaktır. Vakurdur, onurludur. Dünya literatürlerinde en çok aşka yakıştırılmıştır hüzün. İlle de kadına. Acıya benzemez hüzün. Ayrılığa, sevince, ihanete benzemez. O; çaresizliğe isyan etmez, kabullenir. Bağırmaz, feryat etmez, kahkahalara boğulmaz. Yürekte acıtmayan ince bir sızıdır hüzün. Bazen bir neyin hazin sesidir. Hüzzam bir şarkıdır bazen. Bazen de ufuklara dikilmiş acılı ama akmayan bir çift gözdür.
Ben hüznü de seviyorum, kışı da. Bu kış bana otuz dört yıl önce böyle bir Aralık gününde kaybettiğim babacığımı hatırlattı en yoğun biçimde. Ailemizin ilk kaybıydı bu ve acısı dayanılmazdı o zamanlar. Onsuz yaşayamayacağımızı sanmıştım. Zaman acıları dindiren en iyi ilaçtı, alıştık. Sonra başka kayıplarımız oldu, ölümü kanıksadık. Onlardan geriye hatıralar ve hüzün kaldı. Yitirdiklerimizi anmakla yetiniyoruz şimdi. Başka ne gelir ki elden?
Babam, kendi yaşadığı dönemde bir halk ozanı, bir fıkra üreticisi ve hiciv sanatçısıydı. Onu böyle bir kış gününde özlüyorum ve yeniden sevgi ve saygıyla anıyorum. Belki de bu yoğun özlemdir ki çağlar öncesinde yaşamış halk ozanlarını taşımak ihtiyacı duyurdu bugünkü satırlarıma. Yunus Emre de bunlardan biri.
“ Yok yere geçirdim günü/ ah neyleyim ömrüm seni/ seninle olmadım gani/ ah neyleyim ömrüm seni/ geldim ve geçtim bilmedim/ ağlayıp güssa yemedim/ senden ayrılmam demedim/ ah neyleyim ömrüm seni.”
Türk halk şairlerinin tartışılmaz öncüsü olan Yunus Emre, sevgiyi ve derin hoşgörüyü felsefe haline getirmiş, insanları doğru yola çağıran bir derviş. Yaratılıştaki gerçeği bulmak için onun arkasında dolaşan bir mistik. Yaşamı konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi, onunla ilgili anlatılanlar da birbirini tutmaz.1238 de doğduğu ve 1320 de öldüğü söylense de bu kesin değildir. Gerçek bir halk ozanı olan Yunus’un şiirlerinin toplandığı divan ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir.
Yunus Emre şiirlerinde edebiyat tarihi bakımından dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört önemli unsur vardır. Onun işlediği konular; insan, Tanrı, sevgi, doğa, barış, alçak gönüllülük, erdem, olgunluk vb. gibi yaşamı ilgilendiren kavramlardır. Ona göre insan bir “sevgi varlığı” dır ve tin (ruh) ve beden diye iki ayrı özden oluşmuştur. Tin tanrısaldır, ölümsüzdür. Bedende kaldığı sürece öz varlığına yani tanrısal dünyaya dönme özlemi içindedir. İnsanın içinde bulunduğu tüm varlık evreni Yunus’a göre toprak, su, ateş ve rüzgar gibi dört unsurdan oluşmaktadır ve bu dört unsur bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır. Yaratan bu dört unsuru yarattıktan sonra ayrı ayrı oranlarda birleştirerek tüm varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. Ona göre insan, sevgi yoluyla Tanrı’ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında bir özdeşlik vardır. Ancak insanın bu madde evreninde bulunması ve ruhun tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. Bu ayrılık, insanı yaşamı boyunca Tanrı’yı düşünme, ona özlem duyma duygularıyla doldurmuştur.
Yunus Emre, sevgiyi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğinde tanımlar. Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlıktır ona göre sevgi. Çünkü Tanrı kendi öz’ü gereği tüm varlık türlerini kapsar ve her varlıkta yansır. Diğer bir ifadeyle Tanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrıyı, Tanrıyı seven de kendini sever. Ona göre sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Bu duygularını “Bu dünyaya kanmayalım/ fanidir aldanmayalım/bir iken ayrılmayalım/gel dosta gidelim gönül/ gerçek erene varalım/ hakkın haberin soralım/ Yunus Emre’yi alalım/ gel dosta gidelim gönül.” dizleriyle anlatmaktadır.
Asırlar önce yaşamış bir halk ozanı olan Yunus Emre ve daha birçok düşünürler ve ozanlar sevgi, hoşgörü ve dostluğu hayat tarzı olarak benimsemişler ve eserleri ile insanlığa hep o mesajları vermeye çalışmışlardır. Günümüz toplumlarına baktığımızda sadece karanlık bir tablo ile karşılaşıyoruz. Sevgi ve dostluk kavramlarını adeta yitirmiş gibiyiz. Yaşantıları paylaşıp kendi yaşantımız yerine başka bir yaşantı koymak ve onu deneyimlemek, o hayatı anlamak ve değerlendirmekten yani empatiden çoğumuz yoksunuz. Oysa anlayamadığımız pek çok kişiyi kavrayıp onların düşünce ve tavırlarının nedenlerini anlamanın en iyi yoludur empati. Kendini karşısındakinin yerine koyup değerlendirme yapmadan, karşıdakini anlamadan sözü edilen dostluk ve sevgi sadece yüzeyseldir ve tükenmeye mahkûmdur.
“Ne renk olursa kaşın gözün, karşındakinin gördüğüdür rengin. Ne kadar yaşarsan yaşa, sevdiğin kadardır ömrün.”