Yılmaz Akgünlü
Dünyamızın en ciddi sorunlarından biri toplumlar ve insanlar arasında yaşanan ayrımcılıktır. Peki, ayrımcılığın kökenleri nerdedir? Nasıl oldu da böyle sevgisiz, böylesine adaletsiz bir dünya yarattık kendimize? Ayrımcılık her yerde var, işyerinde, evde, ülkelerin arasında, aynı şehrin farklı mahalleleri arasında, hatta futbol gibi oyunlarda.
Doğduğumuz andan itibaren dünyayı parçalara ayrılmış bir biçimde buluyoruz. Birbirinden ayrı isimleri olan nesneler olarak örgütlüyoruz çevremizi. Bu ayırma işlemi sadece dünyanın değil kendimizin de parçalanmasıdır gerçekte. Çünkü biz tek olan deneyimi parçalara bölmekle kendi algımızı ve dolayısıyla kendimizi de bu bölünme yanılgısının bir parçası yapıyoruz. Bölünme, kimliğimizi ortaya çıkarıyor gibi görünüyor. Kendimiz dediğimiz her şey aslında bu bölünmüş dünyada özdeşleştiğimiz bir uçtan ibaret. Kendimizi uzun boylu, zeki, güzel bir kadın olarak tanımlıyor olabiliriz. Ayrıca etnik kimliklerimiz, tuttuğumuz takımdan sevdiğimiz ve sevmediğimiz tüm nesne, düşünce ve olaylara kadar çevremizin bir parçasını alıp kendi kimliğimiz haline getiriyoruz. Peki, ne oluyor bunu yapınca? Bunun dışında kalan şeylere ne oluyor? Onlara da genelde soğuk, ilgisiz ve bazen de yabancı oluyoruz. Zengin fakire, işçi patrona, memur amire, sağcı solcuya, Türk Rum’a, çocuk anne-babaya, kadın erkeğe kadar her yerimizde bir “öteki”, buradakine karşın oradaki, bana karşı sen, yaşama karşı ölüm, böyle sürüyor.
Peki bu ayırımları ortadan kaldırmak mümkün mü? Tabii ki hayır. Buradaki incelemenin amacı böyle gerçekdışı bir uğraşa kalkışmak değil. Evren ya da doğa dediğimiz şey bir şekilde bazı kutuplar yaratmış görünüyor: ışığa karşı karanlık, yaşama karşı ölüm gibi. Öncelikli sorun burada evrende neden böyle bir ayrımın olduğunu bulmak olmalı. Daha sonra bu ayırım kendi içimizde, algımızda aşılabilir mi onu incelemeliyiz. Evreni tanımaya, anlamaya çalışan bizler de sonuçta evrenin bir parçasıyız. Ancak her nasılsa onun dışına çıkıp ona bakabileceğimize inanıyoruz. Bu inanış doğru mudur? Ben kendimi bedenim olarak gördüğümde bu bedenin dışında kalan şeyleri de benden ayrı sayabilirim. Bu doğru mudur? Düşünce, akıl, mantık düzeyinde evet doğrudur. “Ben bu bedenim” diye düşündüğüm sürece diğerleri de “bu beden değildir” sonucu ortaya çıkıyor. Bu durumda onları inceleyebileceğimi, onlara etki edebileceğimi düşünüyorum. Çünkü o bedenler benden başka bir evrene aittirler diye düşünüyorum. Bu varsayım ben dışımda kalan evrenden yalıtılmışsam doğrudur. Aklım bu yalıtımı sağlıyor, ama içimde akla uymayan bir şeyler de varlığını hissettiriyor ve dışımdaki nesnelerle olan bütünlüğümü duyumsuyor. İşte bu nokta tartışmanın, düşünmenin oldukça zorlaştığı bir alan açıyor önümüze: aklın dışında kalan hislerin, sezgilerin, duyumsamaların, doğrudan yaşantıların alanı.
Akıl toplumsal yaşantının ürettiği kavramlardan oluşan bir dizge içinde hareket ediyor. Bu nedenle o, aslında toplumsal alandaki ilişkilerin sürdürülmesiyle sınırlı olmalıdır. Ancak toplumsal alan dediğimiz şey aslında hiçbir tek insan, ya da bizim öznelliğimiz değildir. O ortalama kabullerden oluşan bir yapıdır. Onun kavramları toplumsal düzenin sürmesi açısından değer taşır. Ancak o düzen sürerken bireyleri de kendi mekanikliğine uydurmaya çalışır. Toplum içinde olmak o mekanikliğe tabi olmaktır. Örneğin toplum bir kentte nerde yürüyeceğimizi, nerde duracağımızı, hangi kurallara göre hareket edeceğimizi belirler. Biz de ona uyarız. Sokaklarda özgürce koşup dans edemeyiz, ya da uykumuzun geldiği yerde yatıp uyuyamayız. Bunlar elbette çok da önemi olmayan şekilsel düzenlemelerdir. Ancak toplum sadece bu şekilsel düzenlemeleri yapmıyor. Bize içinde yaşadığımız topluma göre hangi düşüncenin doğru olduğunu, hangi duyguların mutluluk verdiğini, yaşamımızın anlamının ne olduğunu, düşmanın kim olduğunu da söylüyor. En iç duygularımıza kadar bize yol gösterdiğini iddia ediyor.
İşte bu nedenle bu ayrımlar aklımızın en derinlerine kadar işlerler. Bütün yaşamımız boyunca çevremizdeki her insan, her kitap bize bu “doğruları” empoze eder. Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğu, hatta tamamı yanlıştır. Neden tamamı diyorum. Çünkü bunların içinde gerçekten doğru olanlar varsa bile, bunlar ancak kişinin bireyselliğinde kendisi tarafından üretildiğinde “doğru” olabilirler. Ancak toplumun kendi yarattığı kurgusal gerçekliğinin ötesine geri dönmemiz ve ayrımların anlamını gerçekten anladığımız bir dünyaya ulaşmamızda gerçekte hiçbir katkısı yoktur. Tam tersine o bu özgür algıya ulaşmamamız için elinden geleni yapar. Peki neden?
Çünkü toplum ve onu yöneten güçlü insanlar, kendi istedikleri türde kontrol edilebilir, idare edilebilir olmamızı isterler. Bu nedenle amaçları bireyselliği yok etmek ve mekanik itaati sağlamaktır. Bunu zorla değil, kendi içimize yerleştirdikleri düşüncelerle yaparlar. Örneğin en üstün değerler olarak bize çalışmayı, saygıyı, zenginliği öğretirler. Ne kadar çoksa o kadar iyidir. Çok tüketmeli, çok yemeli, çok haz almalı, çok şeye sahip olmalıyız. Az ise kötüdür. Öğrenmek ve bilgi iyidir. Bilgisizlik ise yok oluştur. Tabii ki bilgi ve öğrenmek iyidir. Ama neyin bilgisi? Nasıl mutlu olacağımız, iç dünyamızdaki zenginlikleri nasıl keşfedeceğiz mi? Hayır. Tabii ki değil. Toplumun bilgiden kastı iyi birer tüketici, iyi birer köle olmamızı sağlayan her şeydir. Onun önem verdiği bilgi işimizi iyi yapmamızı, dev ekonomi makinesindeki rolümüzü iyi oynamamızı sağlayacak bilgidir.
Arada bazı insanlar çıkıp “yeter artık, biz gerçek doğamızı keşfetmek ve ona göre yaşamak istiyoruz” derler. İşte edebiyatta, sanatta, felsefede ya da özünü kaybetmemiş ruhsal yollarda ifade edilen budur. Ancak tüm bu ifadeler, toplumsal mekaniklik alanı dışında üretilen tüm bilgiler, o yollardan kendimiz geçip kendimiz onları üretmedikçe uçup giderler.
Gerçek özgürlük bu nedenle, samimi bir çaba ve fedakarlık isteyen bir yoldur. Hem toplumsal başarıyı isteyen hem de bir yandan gerçek özgürlüğü kazanacağını sanan bir insanın pek başarılı olacağını sanmıyorum. Özgürlük yolu, doğası gereği bir geleceği kontrol etmeme yoludur. Eğer geleceği bilmezsem gerçek anlamda özgür olabilirim. Her saniye adım adım geleceğimi bilmek ve onu gerçekleştirmek için yaşamak toplumun doğru kabul ettiği bir şeydir. Toplum istikrarlı bireyler olmamızı talep eder. Oysa özgür olmak kişinin kendi doğasına uymayan rollere boyun eğmeyi reddedeceği bir varoluştur. O halde kişi kendi özüne ters geleni her zaman reddetme hakkına sahip olarak gelecekle ilgili başkalarını mutlu edecek planlar yapmak durumunda değildir.
Özgürlüğe ulaşarak tüm ayrımları ortadan kaldırmak isteyen kişi kendisine ve çevresine karşı tam bir açıklık ve duyarlılık içinde olmalıdır. Öncelikle ne olup bittiğini anlamak için tüm toplumsal kalıpları ve kavramları bir kenara bırakmak zorundayız. Bunu algımızda kalıcı bir değişiklik yapacak kadar uzun süre yapmalıyız. Hiçbir kavrama, düşünceye sığınmadan apaçık görmeye “saf bakış” diyelim. Yani gözlerini ve kulaklarını ve diğer tüm duyularını, sezgilerini açarak var olan her şeye olduğu gibi bakmak. Bu keskin algı durumunda kişi kafasındaki düşünceleri, onu kısıtlayan ezberlenmiş kalıpları gitgide fark etmeye başlar. Yavaşça bağlarından kurtulmaya başlamanın harika bir tadı oluşur içinde. Tam şu anda yaşamak olan hakiki özgürlüğe kavuşur. Ancak tam şu an, aslında zamansal anlamda geçerli olan bir süre değildir. Çünkü tam şu anda geçmiş ve gelecek düşüncesi olmadığından algı zamandan bağımsızlaşmıştır. Tam şu anda kişi tüm ayrımlardan kurtulmuştur, çünkü her ayrım bir düşüncedir. Tam şu anda kişi özgürlüğüne sahip olmak için özgürlüğünü feda etmesi gerektiğini anlamıştır. Bu özgürlüğün doğasından gelen bir şeydir.
Özgürlük bir an sonra ne olacağını bilmemek, dahası belirlememek demektir. Normalde insanların özgürlükten anladığı bunun tam tersidir. Aslında o gerçeğe uygun olmaktır, gerçek ise tam algı durumunda olayların kendiliğinden yeni olana doğru akmasıdır. Yeni olan, henüz ortaya çıkmamış olan şimdiye doğru yolculuktur özgürlük. Kendi özgürlüğümüzü kontrol edemeyiz. Dışsal anlamda yaşamımı kontrol etmeye çalışabilirim. İstediğim yere gider, istediğim insanlarla ilişki kurarım. Ancak aslında bu da bir yanılgıdır. Ben sadece var olanlar içinde kendime uygun olduğuna inandığımı seçiyorum. Bu nedenle özgürlük içten ilişkilerimizde kendimizi bütünüyle ifade edebilmemizdir. Her an yeni ve bilinmez olana yolculuk yapmaktır, peki ama bu yolculuğu yapan kimdir? Yolculuğu yapan sadece tam algı durumunda çevresinden akıp geçen her şeyse, o halde onlardan ayrı bir benliği yoktur. Şunu algıladım dediği anda bile özgürlük yok oluyorsa, kişi sadece özgür olmadığı yerde var olabilir. O yüzden özgürlük özgürlüğünü feda etmektir diyorum. Çünkü yaşadıklarımı hafızama kazımak için durup onlardan uzaklaştığım anda, onları izlediğim ve doğalarını çözmeye çalıştığım anda onları kaybediyorum, geriye onlara ilişkin olduğunu düşündüğüm izler kalıyor. Peki, bu geri çekilme işi de olayların bir parçası değil mi? Yani özgürlük kendi kendini mi durduruyor? Kendi kendini mi hapsediyor? Özgürlüğün getirdiği hazzı kontrol etmeye çalışan bir insan onu ortadan kaldırıyor. Yaşadığı güzel anları, sevgiyi, doğayı, aşkı kontrol etmek için onu zamanın, sahip olduğu nesneler listesinin bir parçası haline getiriyor.
Bu yanılgıya düşsek bile tekrar geri dönmek mümkün. Önce yarattığımız “zamanın”, yani küçük benliğimize ait zihinsel dünyanın üzerimizdeki etkinliğini söndürmemiz gerekiyor. Bunun için önce bedeni sakin ve uyanık bir dikliğe getirmek gerek. Sonra bütün zihne ve zihin dışı her şeye aynı anda çabamızın tamamıyla bakmalıyız. Çabayı gösteren kişi çabası içinde kendini unuttuğu anda o saf algıların ortaya çıkardığı özgür akış yeniden geri dönecektir. Doğru ya da yanlışın olmadığı, her düşüncenin görece alemden geldiğinin an be an fark edildiği böyle keskin bir duyarlılıkta zihin bütünleşir. İşte bu bütün ayırımların en derin algısal düzeyde sona erdiği andır.