Geçen hafta yazdığım yazıda Nikos Anastasiadis’in garantiler-güvenlik başlığında anlaşma menziline girilmeden diğer başlıkları yeniden görüşmeye yanaşmayacağı yönündeki tutumunu sürdüremeyeceğini belirtmiştim ve cümleyi şöyle tamamlamıştım: “Gerçekten de altı başlıktan oluşan müzakere konuları arasında en az konuşulan konu garantiler ve güvenlik olmuştur. Devam edecekse, müzakerelerde bu başlığa öncelik vermek doğaldır. Yanlış olan, ön şart olarak bu başlığı kapatmadan başka başlıklara geçilemeyeceğini ileri sürmektir ki, Anastasiadis bu ısrarından vaz geçmek zorunda kalacaktır.”
Öyle de oldu ve liderlerin BM Genel Sekreteri Antonio Gutteres ile buluşmalarından sonra sağlanan mutabakat çerçevesinde bütün başlıkların birbirlerine bağlı olarak, yani karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde müzakere edileceği vurgulandı. Fakat bu müzakere sürecinde güvenlik-garantiler başlığına, geçen hafta belirttiğimi gibi, öncelik verileceği de ortadadır. Hatta, bu başlıkta yaşanacak gelişmelerin sürecin kaderini belirleyeceği açıktır.
Kısacası, az gittik uz gittik, altı ay önce neredeysek, oraya vardık. Çok değerli bir zaman kaybından sonra, Birinci Cenevre toplantısı öncesine gelip dayandık. Bu yüzden yazıma, 4 Aralık 2016 tarihinde, yani Birinci Cenevre öncesinde Yenidüzen’de yazdıklarımla devam etmeyi uygun buluyorum.
“Anlaşılacağı üzere, bundan sonra müzakerelerin merkezinde garantiler konusu vardır ve bu konuda anlaşma sağlanırsa, tarihte ilk defa iki toplum arasında yapılan müzakereler sonucunda ortaya kapsamlı bir çözüm planı çıkacak. Tabii, nihai çözüm için referandumları beklemek gerekecek.
Kısacası, Kıbrıs’ta çözüm garantiler konusuna endekslenmiş bulunuyor ve söz konusu garantiler olunca da, sözün büyüğü Türkiye ile Yunanistan’a düşüyor. Şimdi bütün dikkatler bu iki ülke arasında yapılacak, aslında bir biçimde yapılmakta olan açık, gizli, dolaylı vs. diplomasi faaliyetlerine çevrilmiştir.
Bu zor aşamada çözüm karşıtı güçler elbette boş durmayacaklardır. Sürecin baltalanması ve görüşmelerin çıkmaza girmesi için yoğun bir propaganda dönemi başlatacaklardır. Kıbrıs’ın güneyinde “sıfır garanti, sıfır asker” sesleri daha şimdiden yükselmiş bulunuyor. Yunanistan’da bu koroya katılacak milliyetçilerle popülistlerin, Batı karşıtı “solcu yurtseverlerin” sayısı hiç de az değildir.
Türk Ret Cephesinde yer alanlar ise “Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinden” dem vuruyorlar. Ankara karşısında biraz çekingen davrandıkları için fazla bağırmıyorlar belki ama Türkiye’den bu yönde yükselecek seslerden medet umuyorlar.
Fakat garantiler konusu hiç kimsenin göğsünü gere gere yüksek perdeden konuşacağı bir konu değildir. Çünkü 1960 Garanti Antlaşması bütün taraflarca ihlal edilmiş bir anlaşmadır.
Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini korumak bir yana, 1964 yılında adaya gizlice asker soktu ve 15 Temmuz 1974 tarihinde de darbe yaparak -aslında bu silahlı bir dış müdahaledir- anayasal düzeni yıktı.
İngiltere anayasal düzeni koruma yükümlülüğünü yerine getirmek için en küçük bir çaba sarf etmedi.
Türkiye’ye gelince. Türkiye’nin garantör ülke olarak Garanti Antlaşmasıyla kurulan düzenin ihlal edildiği 1974 15 Temmuz’unda tek başına “hareket geçme” yetki ve yükümlülüğüne sahip olduğu açıktır. Fakat -anlaşmada yer alan “harekete geçme” ibaresinin askeri bir müdahaleyi içerip içermediğini şimdilik bir kenara koyalım ve şunu vurgulayalım- “harekete geçme” ancak ve sadece bozulan düzeni yeniden kurmak amacıyla meşrudur. Oysa Türkiye 20 Temmuz 1974 tarihinde başlattığı ve 16 Ağustos’ta noktaladığı askeri müdahalelerle “yeni bir nizam” kurmaya yöneldi.
Kıbrıslı Türkler arasında yüksek perdeden Türkiye’nin “etkin ve fiili” garantisini savunup çözüm umutlarını bertaraf etmeye çalışanlar genellikle Kıbrıs Türk toplumunun 1960’lı yıllarda yaşadığı acı deneyimlere gönderme yaparlar.
Gerçekten de Kıbrıslı Türkler 1963-67 arasında büyük kayıplar yaşadılar. Yirmi beş bin insan evinden barkından ayrılmak zorunda kaldı. Üç yüz kişi kayıplara karıştı ve 224 kişi öldü. Yani, toplam ölü sayısı 524’ü buldu.
Fakat madalyonun öteki tarafında da şöyle bir durum var: Garanti Antlaşmasının garantörlere verdiği tek taraflı müdahale hakkı sonucunda Kıbrıslı Rumlar büyük acılar yaşadılar. 182 bin Kıbrıslı Rum yerinden edildi. 2500 ölü ve ölü olduklarından kimsenin şüphe duymadığı 1508 kayıp Kıbrıslı Rum var. 1.5 Milyon dönüm arazi, yüzlerce fabrika, hotel ve işyeri Türk tarafının eline geçti.
Kıbrıslı Türklerin kendi yaşadıkları acı deneyimleri dillendirmeleri ne kadar meşru ise, Kıbrıslı Rumlarınki de o kadar meşrudur. Üstelik, Garanti Antlaşması Kıbrıslı Türklerin büyük kayıplar yaşamasını engelleyememişken, Kıbrıslı Rumlar Garanti Antlaşmasının hayata geçirilmesi sonucunda mağdur edildiler.
Evet, şu sıralar kritik günlerden geçiyoruz. Bu müzakere sonucunda ülkenin kaderi belirlenecek. Garanti Antlaşmasını Kıbrıs Rum tarafına daha az toprak vermek için bir pazarlık kozu olarak görebilirsiniz. Ya da dönüşümlü başkanlığı garantilere endeksleyebilirsiniz. Fakat bu pazarlık pozisyonları müzakere masasını devirecek noktaya kesinlikle götürülmemelidir.
En önemlisi, adanın kuzeyi ile güneyinde ve Türkiye ile Yunanistan’da milliyetçilerle popülistlerin giderek daha yüksek sesle işiteceğimiz absürt argümanlarını çürütmek için bütün barış severler harekete geçmelidir.”