‘Baba Katili’ Aranıyor!

Niyazi Kızılyürek: Modernite öncesi geleneksel toplumlarda ataerkil yapı birbiriyle bağlantılı olan üç “baba” figürüne dayanıyordu. Aile babası, devletin babası kral ve “babaların babası” Tanrı. Aydınlanma bu üç “baba”

                                                             

 

 

Niyazi Kızılyürek

Niyazi@ucy.ac.cy

 

Modernite öncesi geleneksel toplumlarda ataerkil yapı birbiriyle bağlantılı olan üç “baba” figürüne dayanıyordu. Aile babası, devletin babası kral ve “babaların babası” Tanrı. Aydınlanma bu üç “baba” figürünü  de altüst etti. Sekülerleşen/dünyevileşen  modern dünyada bir yandan her şeye hakim olan Tanrının varlığı sorgulanırken, diğer yandan da yeryüzündeki temsilcilerinin siyasi varlığına son veriliyor, egemenlik kraldan alınarak halka devrediliyordu. Ataerkil yapıdan geriye evdeki baba figürü kaldı ama onun da geleneksel konumu ciddi değişimlere uğradı. Örneğin, çocuklar onun “malı” olmaktan çıktı. Modern devlet, yurttaşlarını kendisi eğitecek ve çocukları ailenin insaf ve inisiyatifine bırakılmasını sonlandıracaktı.

Siyasi ataerkilliğe karşı ilk saldırıya 1681 yılında yazılan bir metinde rastlıyoruz. İngiliz polisi tarafından ele geçirilen metin “Marbus Gallicus” başlığını taşıyordu. Yani, o zamanlar “frengi” (Syphilis) hastalığına verilen isim olan “Frenk Hastalığı”. Gelgelelim metnin frengi ile hiç bir ilgisi yoktu. Bu başlık sadece bir kamuflajdı. Metnin esas derdi Fransa’da yaygın olan ataerkil mutlakıyetçilikti ve yazarı da ünlü John Locke’tu. John Locke, daha sonra “Two Treatieses on Government” başlığını taşıyacak çalışmasında siyasi ataerkilliğin sözcülüğünü yapan Robert Filmer’i hedef alarak, Filmer’in “krallar ailelerin babaları, Tanrı ise çocukların ve çocukların çocuklarının efendisidir” şeklindeki görüşüne sert şekilde itiraz edecekti. Locke, “neden bir insan büyük kardeşinin yönetimine tabi olsun ki,” diye soruyor ve “insanlar nasıl bir yönetim istediklerine kendileri karar vermelidir” diyordu. John Locke siyasi ataerkil yapının yerine insanların özgür iradeleriyle oluşturacakları bir yönetim biçimini gündeme getirerek “toplumsal sözleşme” tezini öneriyordu. Yıllar sonra İmmanuel Kant “tebaasını iradesiz çocuklar gibi pasif davranmaya zorlayan baba-hükümetin düşünülebilecek en büyük despotizm” olduğunu ileri sürecekti.

John Lock’un yazdıklarından bir asır sonra Fransız İhtilalı siyasi ataerkil yapıyı yıkarak onun yerine “kardeşliğe” dayalı cumhuriyet düzenini kurdu. Burada söz konusu olan kardeşler babalarını katleden erkek yurttaşlardan ya da babalarını katlederek yurttaş olan erkeklerden başkası değildi. Onlar bir anlamda “baba katiliydi”. Monarşiye son vermişlerdi. Bu yüzden de “babasız” kardeşlerdi. Jean Paul Sartre’ın dediği gibi, “kendi kendilerini yaratan, ya da devrimin yarattığı babasız kardeşler.”

Türkiye’de sık sık tanık olduğumuz tartışma konularına yakından bakınca, “baba”  figürünün hiç bir zaman “katledilmediği” anlıyoruz. Bazen bir film veya başka bir sanat eseri, bazen de söylenmiş/yazılmış bir söz üstünden dönüp dolaşıp gündeme gelen konu hep aynı: babaları korumak! Örneğin, iki yıl önce ‘Mustafa’ filmi, şu sıralarda da ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisi etrafında kopartılan fırtınalar “Kahraman-Baba” figürüne dokunmakla ilgili. İlginçtir, bazen Kemalistler ayağa kalkıyor, bazen de Muhafazakarlar fakat her iki kesim de aynı yerden konuşuyor. Kimi Atatürk’ü, kimi Kanuni Sultan Süleyman’ı koruma derdinde. Aslında korumak istedikleri şey, ataerkil düzenin kendisidir. Öyle anlaşılıyor ki, Türk ataerkilliği bütün modernleşme çabalarına rağmen, (belki de sırf bu yüzden) güçlü biçimde devam ediyor. Çocukların toplumsal bir sözleşme etrafında bir araya gelen özgür yurttaşlar olamamaları bir yana, babasız kalma korkusu içinde çırpınıp durduklarını görüyoruz. Toplumun “babaları” ya da “büyük kardeşler” de bu düzeni sonsuza kadar sürdürmek istiyorlar. Açıkçası, ister Kemalist cenahta isterse muhafazakar cenahta olsun “özgür yurttaş” kavramına pek rastlanılmaz. Her iki akım da “tebaasını iradesiz çocuklar gibi pasif davranmaya zorlayan baba-hükümet” anlayışına sahiptir. Locke’un ta 18.yüzyılda sorduğu “neden bir insan büyük kardeşinin yönetimine tabi olsun ki” sorusunu Türk siyasi kültürü henüz esaslı biçimde yanıtlamış değildir. “İnsanlar nasıl bir yönetim istediklerine kendileri karar vermelidir” deyişi ise ataerkil siyasi düzene tehdit olarak algılanmaktadır.

Şimdi, Türk modernitesinin bu özelliğine daha yakından bakalım.

Siyasi bir akım olarak muhafazakârlık büyük dönüşümlerin yaşandığı süreçlerinde ortaya çıktı. Modernitenin baş döndürücü yenilikleri, aristokrasinin yenilgisi, dinin gerilemesi muhafazakâr akımın doğuşuna neden oldu. Muhafazakâr akımın düşünce babası Edmund Burke, 1790 tarihinde kaleme aldığı “Fransa’da İhtilal Üzerine Düşünceler” (Reflections on the Revoulution in France) adlı çalışmasında “Doğal-Hukuk” karşıtı bir tavırla İhtilalı eleştirerek “Büyük Geleneği” korumanının önemine vurgu yapıyordu. Tarih, Gelenek, Ahlak vs. gibi olguların korunması gerektiğini düşünen Burke, Jakobenleri yabancı halkları işgal eden “işgal ordularına” benzetiyordu. Bir farkla ki, Jakobenler kendi haklını “işgal etmişlerdi”. İlginçtir, Burke, Jakobenlerin Fransa’nın tarih ve geleneğine karşı yaptığı “saldırıyı” Doğu Hindistan Şirketinin Hindistan’ın tarih ve geleneğine karşı yaptığı tahribata benzetiyordu. Amerika Devrimine ise sahip çıkan Burke, Amerika’da “devrimin gerçek ve canlı olanı” özgürleştirmek için yapıldığını, oysa Fransız İhtilalının ihtilalcıların kendi kafa yapısına göre “yeni-insan yetiştirmek”, “Hıristiyanlık yerine yeni bir din koymak” ve “bireylerin bilincini değiştirmeye” yöneldiğini belirterek muhafazakârlığın temel ilkelerinin altını çiziyordu. Buna göre, muhafazakârlık her türlü toplum mühendisliğine ve devrimci değişime karşı çıkıyor ve geleneği koruyan tedrici gelişmeye onay veriyordu. Bu anlayışta gelenek ve teamüller, planlı rasyonel düzenlemelerden daha önemlidir. Bu yüzden muhafazakârlık aynı zamanda Anti-Entelektüel’dir. Örneğin Burke, entelektüelleri “tehlikeli yaratıklar” olarak görüyordu.

Muhafazakârlığın temelinde güçlü ataerkil yapı olduğuna şüphe yoktur. Muhafazakârlar “baba” figürünün korunmasını isterler. Çünkü babalar “düzeni” sağlarlar ve muhafazakârlık için “düzen” özgürlükten önce gelir. Özgürlük sadece geleneği sürdürmek için talep edilir ve bununla sınırlı tutulur. Gelenek ise “düzen” içinde korunur. Edmund Burke, “insanların eğilimlerinin denetlenmesi, iradelerinin kontrol altında tutulması ve tutkularının bastırılmasının” önemine ısrarla vurgu yapıyordu.

Kemalizm, Radikal Modernleşmecidir çünkü sosyal mühendislik uygulayarak “Geleneğe” karşı bir tür Kültür-Savaşı başlatmıştı. Bu yönleriyle elbette muhafazakâr değildir. Kemalizm, zaman zaman Ziya Gökalp’ın “Medeniyet-Hars” ayırımından yola çıkarak “Hars”a, yani “Özcü/Otantik Türk Kimliğine” vurgu yapsa da, iradeci/voluntarist bir kültür politikası uygulamaktan geri kalmadı. En önemlisi, söyleminden farklı olarak, Performans/Eylem düzeyinde her zaman Batı-Merkezli kültüralist bir hareket oldu. Bazı yazarlar Kemalizm’in “Kedine Özgü” olana vurgu yapmasından ötürü Kemalizm’de güçlü bir muhafazakâr damar olduğunu ileri sürüyorlar. Ziya Gökalp da 1923 yılında kaleme aldığı makalelerinde Türk İnkılâbını “Medeniyette Devrimci, Hars’ta Muhafazakâr” olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini ileri sürüyordu. Ne var ki, Kemalizm “Kendine Özgü” milli değerler arayışında olsa da, aslında “canlı ve zaten var olan gelenekten” ziyade “Geleneğin İcadına” yöneldiği aşikârdır. Bu açıdan bakılınca da, Kemalizm’e “muhafazakâr” denemeyeceği ortadadır. Fakat Kültür-Küresinde muhafazakâr sayılamayan Kemalizm, Devlet ve Otorite anlayışı açısında muhafazakârdır. Kemalist modernleşme saltanata son verdi ama onun yerine güçlü bir siyasi ataerkil yapı kurdu. Kurucu zaten kendisine “Türklerin Atası” adını verdi. Kurduğu düzende de yurttaşlara “hür yurttaş” değil, “devlete karşı vazifelerle borçlu yurttaş” ve olgun olmayan/çocuk muamelesi yapıla geldi. Muktedir elitler kendilerini “koruyucu hami” olarak konumlandırırken, halk da toplum mühendisliğine tabi tutularak bir anlamda bir tür “iç sömürgeye” dönüştürüldü.

Kısacası, Kemalist anlayışta “özgür yurttaş” kavramına pek rastlamayız. Daha çok,  İmmanuel Kant’ın monarşiyi tanımlamak için söylediği “tebaasını iradesiz çocuklar gibi pasif davranmaya zorlayan baba-hükümet” anlayışı hâkimdir. Ahmet İnsel’in de belirttiği gibi Kemalizm Osmanlı İmparatorluğunun patrimonyal devlet geleneğini muhafaza ederek modernleştirdi.

Kemalist modernleşmeye karşı ilk tepkiler 1930’lu yıllarda gelmeye başladı. “Yerli-Manevi-Milli” değerlerin eridiği ve Kemalizm’in “Batı Taklitçiliğine” saparak  “manevi boşluk” yarattığına dair görüşler dile getirilmeye başlandı. Baltacıoğlu, Peyami Safa ve Fazıl Kısakürek gibi yazarlar “Türk İnkılâbının” gidişatını eleştiriyor ve “geleneğin korunmasını” talep ediyorlardı. Örneğin Peyami Safa 1938 yılında yayınladığı “Türk İnkılâbına Bakışlar” adlı kitabında, “Türk İnkılâbını Arap ve Frenk maymunluğuna çevirmeden” yol almak gerektiğini vurguluyordu. Bir yazısında da şöyle diyordu: “Mürteci, muhafazakârın soysuzlaşmış tipidir. Geçmişi geleceğe bağlamak isteyen köprüden geçmek istemez. (…) Muhafazakâr bu köprüyü kurar ve üstünden geçer. Bir ayağı geçmişte olmayan bir köprünün geleceğe kurulamayacağını bilir. (…) Geçmişle ilişkisini kesen Devrimbazdan ayrılır.” Fazıl Kısakürek ise Müslümanların Kemalist Türkiye’de “Parya’ya” dönüştüğünü iddia ettiği eden şiirler yazıyordu. (Tayyip Erdoğan’ın bu şiirleri severek okuduğu biliniyor)

Ne var ki, Kemalist Modernleşmeciliğin geniş anlamda tartışmaya açılması için çok partili düzene geçmeyi beklemek gerekecekti. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti ile birlikte Türkiye “Merkez Sağ” kavramı ile tanıştı. Merkez-Sağ “melez” bir anlayışla Modernleşme ile Gelenek arasında konumlandı. Ekonomik kalkınmayı ön plana çıkaran Muhafazakâr-Modernleşmeci bir yol izledi. “Tutan ve Tutmayan Devrimler” ayırımı yapan Menderes “Din Serbestisi” ile “Piyasa Serbestisi” ilkelerine sarıldı. Fakat açıktan ve tam bir muhafazakârlığa yönelmedi. Ne var ki, Kemalist elitler nezdinde bu kadarı bile DP’nin “karşı devrimci” olarak yaftalanmasına yetti. Kemalistler açısından “fazla” olan Merkez Sağ muhafazakârlığı, milletin “kendine özgü” değerlerini İslam’da veya Türkçülükte gören kesimler açısından ise “eksik” bulunuyordu. Bu yüzden Siyasi İslamcılar ile Türkçüler Merkez Sağ muhafazakârlığına karşı eleştirel bir tutum içindeydiler. Nitekim zamanla “Türk-İslam-Sentezine yöneldiler ve Aydınlar Ocağını kurdular.

1980 darbesi Türk-İslam-Sentezini “Devlet Doktrini” ilan ederek ilk defa Kemalist Modernleşmenin karşısına bu kadar güçlü bir muhafazakâr akım (Özcü/Otantik kimlik anlayışını) yerleştirdi. Bu süreçte Atatürkçüler bir yana, İslamcı ve Türkçüler başka başka taraflara savrulsalar da İslam’a dayalı muhafazakâr anlayış iyice güçlendi. Özal döneminin popüler kültürüne karşı tam bir karşı-hegemonya arayışına giren İslamcı aydınlar artık bahar havası yaşıyordu. Merkez Sağın çöküşüyle birlikte iktidara gelen AKP’nin iktidara gelmesiyle İslamcı aydınların benimsediği muhafazakârlık anlayışı kısmen de olsa iktidara geldi. Orta Sağ her zaman Kemalist Vesayetin çizdiği sınırlar içinde siyaset yaparken, AKP bu çemberi kıran ilk muhafazakâr hareket oldu. Pragmatist açılımlar sergileyen ve Türkiye’nin AB üyeliğini ön plana çıkaran AKP, dış konjonktürün de yardımıyla (11 Eylül ve ABD’nin Ilımlı İslam arayışı) elini iyice güçlendirdi ve 2007 yılından sonra Askeri Vesayeti kırmaya başladı. Şimdi gözler AKP’nin nasıl bir muhafazakârlık anlayışı sergilediğine çevrildi. AKP’nin kuruluş aşamasında ilan ettiği “Muhafazakâr-Demokrat” anlayış hala geçerli mi, yoksa hegemonyasını kurduğu bu dönemde sentezin “demokrat” kulpu uçup gitti mi?

Bu soruya kesin bir yanıt vermek kolay değil. Fakat AKP’nin “Geleneği” ihya etmek adına takındığı tavırlara baktığımız zaman şunları görüyoruz: Kemalist Modernleşme Osmanlı/İslam geleneğini “Öteki” olarak kurgularken AKP Kemalist radikalliğin doruk noktaya ulaştığı Tek-Parti dönemini “Öteki” olarak kurguluyor. Açıkçası, Osmanlı/İslam geleneğini ihya ediyor. Adalet ve Kalkınma Partisi, “Adalet”ten “İslam’a dayalı Milli Kültür” ve “Milli İradeyi” anlarken, kalkınmadan da Neo-Liberal modernleşmeyi anlıyor. “Dindar Kuşaklar” yetiştirmeye yönelirken tam bir toplum mühendisliği uyguluyor. “Batının teknolojisine ‘Evet’ maneviyatına ‘Hayır’” diyerek Ziya Gökalp’ın yolundan gidiyor. Anti-Entelektüel olduğuna hiç şüphe yoktur. Güçlü ve otoriter devlet anlayışına bağlı olduğu da açıktır. Kürtaj üzerine söylenenlere ve güçlü toplumu “annelerin doğurganlığı” üzerinden tasarlayan anlayışına baktığımız zaman, belki muhafazakâr özellikler ön plana çıkıyor ama bunların demokratlıkla bağdaşmadığı ortadadır. Kürt Sorununda da henüz bize “demokrat” dedirtecek adımları atmış değildir.

Buraya kadar saydıklarımız bize belki muhafazakâr bir iktidarla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Fakat bir noktayı daha gösteriyor; o da AKP’nin Kemalizm’in otoriter devlet anlayışı ile toplum mühendisliği metoduna bağlı kaldığıdır. Kültürün yukarıdan müdahalelerle yeniden yapılandırılması muhafazakârlığın evrimcilik anlayışıyla bağdaşmıyor. Bu en çok Edmund Burke’ü rahatsız ederdi. Ve devlet anlayışı… “Büyük lider” etrafında tahayyül edilen ve giderek milliyetçi bir saplantı haline gelen “Büyük Devlet” fikri toplumu ve geleneklerini ön plana çıkaran muhafazakarlıkla bağdaşmadığı gibi,  demokrasinin yerleşmesi karşısında da bir engeldir.

Bitirirken şunu söyleyebiliriz: günümüzün Post-Kemalist Türkiye’sinde “Elitist-Laik-Otoriter Düzen” sona erdi ama onun yerine “Muhafazakâr-Demokrat” bir düzen kurulmadı. AKP’nin muhafazakârlığı demokratlığının önünde gidiyor…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri