Bir şahidimiz, bize ve Kayıplar Komitesi’ne olası bir gömü yeri gösterdi…
Önceki gün (12 Şubat 2019, Salı) bir şahidimiz, bize ve Kayıplar Komitesi’nden araştırma görevlisi Sıla Murat’a Lefkoşa’da olası bir gömü yeri gösterdi.
Lefkoşa’daki olası gömü yerinde 1976’dan sonra babasının yüzeyde gömülü dört-beş kafatası gördüğünü, bunların üzerine toprak koyarak örtmüş olduğunu anlatan şahidimiz, “Bu alanda o günden bu yana herhangi bir değişiklik olmadı… Herhangi birisi gelip bu alanı ellemedi” diye konuştu.
Sözkonusu olası gömü yeri, Lefkoşa’da, Kaymaklı “baypas” yoluna çok yakın bir noktada ve bu bölgede 1974’te çeşitli çarpışmalar olduğu da biliniyor. Kaymaklı “bay-pas” yolu üzerinde daha önce Kayıplar Komitesi yetkililerine çeşitli olası gömü yerleri göstermiş ve onları bazı okurlarımız ve şahitlerimizle buluşturarak, bu olası gömü yerleri hakkında bilgi vermelerini sağlamıştık. Sözkonusu noktalarda bugüne kadar henüz herhangi bir kazı çalışması yapılmadığını sanıyoruz.
Lefkoşa’da Kaymaklı “bay-pas” yoluna yakın bir noktada bize ve Kayıplar Komitesi araştırma görevlisine bilgi veren okurumuz, uzun yıllar boyunca bu alandan geçtiğini ve her geçişinde de orada bazı ölülerin olduğunu hatırladığını anlattı…
Şahidimiz, bundan iki yıl önce bu konuda Kayıplar Komitesi’ni aradığını, bunun üzerine Kayıplar Komitesi’nden iki Kıbrıslıtürk görevlinin kendisiyle buluştuğunu, buluştuğu o dönemin görevlilerine bu olası gömü yeri hakkında bilgi verdiğini ve kendilerine burayı gösterdiğini ancak aradan iki yıl geçmiş olmasına karşın bu alanda herhangi bir çalışma yapılmamış olduğunu görünce bundan huzursuz olduğunu söyledi. Şahidimiz, bu huzursuzluğunu bir akrabasıyla paylaştığını, akrabasının da kendisine bizi aramasını tavsiye ettiğini, bunun üzerine bizi aradığını anlattı.
Sözkonusu şahidimiz bizi arayınca, biz de Kayıplar Komitesi’ni bilgilendirdik ve araştırma görevlisiyle birlikte bu şahidimizle buluşmaya gittik.
Şahidimizin iki yıl önce Kayıplar Komitesi’ni bilgilendirmiş olduğu bu olası gömü yeriyle ilgili bu bilgiyi alan dönemin Kayıplar Komitesi görevlilerinin, komiteyi bilgilendirip bilgilendirmediğini ise öğrenemedik. Bu konuda Kayıplar Komitesi’ne resmi bir sunuş yapılıp yapılmadığını da bilmiyoruz.
Bu konuda şahidimize insaniyeti ve daha önce göstermiş olduğu olası gömü yeriyle ilgili ısrarcı davranarak tekrardan burayı göstermesi nedeniyle çok ama çok teşekkür ediyoruz. Bu konuda bizimle birlikte olası gömü yerini görmeye gelen Kayıplar Komitesi araştırma görevlisi Sıla Murat’a ve Kayıplar Komitesi’nin diğer yetkililerine de teşekkür ederiz.
BİR KİTAP…
“Oğullar ve babaları…”
20. yüzyıl dünya edebiyatının en önemli yazarlarından William Saroyan, birinci eşi Carol Marcus ile iki çocuk dünyaya getirdi: Aram ve Lucy. Aram, 1943’te New York’ta doğdu ve babasının yolundan gitmeyi tercih etti, yazar oldu. Saroyan’lar karışmasın diye yazımda oğluna ismiyle, ‘Aram’ diye hitap edeceğim.
Aram’ın eserleriyle ilkin ‘Minimal Şiirler’ kitabı sayesinde tanıştım. Şiirler, kitabın adından belli olacağı gibi kısacık ve bir hayli yoğundu. En az kelimeyle en derin duyguları işliyorlardı. Şaşkınlığa uğradım. Sanırım istemeden, Aram’ın şiir kitabını elime farklı beklentilerle almıştım. Babası William Saroyan’un lirik, içten ve duygusal anlatımına benzer bir ses arayışında olduğumu fark ettim. Bilinçsizce, oğlun babanın doğal bir uzantısı olacağını varsaymıştım. William Saroyan’ın yetiştirdiği, aynı evde yaşamış, onun dünya görüşünden etkilenmiş bir çocuğun, babasına benzemesi gerekir diye gülünç bir beklenti içindeydim.
Babaya tepki mi?
Sonra aklıma bir fikir geldi: Aram, minimalist tarzını, babasının okuyucuyla kurduğu ahbaplığa bir tepki olarak geliştirmiş olabilir miydi? Psikanalizden edebiyat teorisine birçok düşünce ekolü, baba figürünün otoritesinden kaçma çabasının çocuğun kendi arzularını hayata geçirmesinde hayati bir önem taşıdığını vurgular. Acaba Aram da minimalist tarzını babasının etkisinden uzaklaşmak ve bir yazar olarak kendi kimliğini ortaya koyabilmek için mı benimsemişti?
1965’te, Aram daha 22 yaşındayken, bir gece, dünya edebiyatının en kısa şiirlerinden birini kaleme aldı: ‘Lighght.’ Şiir, İngilizcede ışık anlamına gelen ‘light’ kelimesinin çarpıtılmış bir yazılışından ibaretti. Sonradan yayımladığı bir yazıda, bu kelimenin 1960’lardaki zaman kavramını yansıttığını söylüyor. Geçici süreliğine duran, insanların sürekli nefesini tuttuğu anları ifade ediyor. “Sanki ışık tam koyulaşamadan yumuşak bir sesi içine alıveriyor ve birden zamanı unutuyoruz.” ‘Ligh–t’ kelimesini bölüp araya eklediği ‘gh’ harflerini kendi başlarına telaffuz etmek neredeyse imkansız. Türkçedeki ‘yumuşak g’ harfi gibi düşünün. Bu eklemeyi yaparak, Aram okuyucuya kelimeyi uzatmanın yollarını aratıyor. İki sene sonra şair Robert Duncan, bu kısacık şiiri prestijli bir ödüle layık görüyor ve Aram 750 dolar kazanıyor!
‘Bir Ermeni Mirası’
Geçenlerde Aram’ın eserlerine dönüş yapmaya karar verdim. Bu sefer kaleme aldığı denemeleri okumaya başladım. 1989’da yayımladığı ‘Bir Ermeni Mirası’ adlı yazısında şöyle diyordu:
“… ünlü bir yazarın oğlu olarak… güçlü bir babanın gölgesinde kalan bir oğlun vermek durumunda kaldığı o bilinen mücadeleyi ben de verdim. Herkes ‘Sen William Saroyan’ın oğlu musun?’ diye sorup dururdu fakat bu ilginin gururumu okşadığı falan yoktu. Ne de olsa babam ben değildim, o sadece benim babamdı. Yirmili yaşlarımda önemli bir ilerleme kaydettim ve insanlar bu soruyu sorduğunda ne diyeceğimi buldum. “Sen William Saroyan’ın oğlu musun?’ diye sormaya devam ettiler, her ne kadar artık bir çocuk olmasam da… “Hayır,” diye cevap vermeye başladım, “O benim babam.’”
Aram, elbette basit bir dil oyunu ile bu durumun içinden çıkamayacaktı! İnsanlar meraklarını gidermeye ve varsayımlarını ortaya dökmeye devam ettiler. “Gerçekten mi! Ne kadar heyecan verici! O dünyanın en iyi babası olsa gerek!” Aram, insanların yaptığını bu türden varsayımları şöyle değerlendiriyordu:
“Onların demek istediği, tabii ki de, ‘İnsanlık Komedisi’ ve ‘Aram Derler Adıma’ adlı romanlardan, yani birbirine kenetlenmiş ailelerin hayatlarındaki mutluluk ve hüzünleri kutlayan o kitaplardan tanıdıkları bu yazar aileye düşkün biri olmalıydı… Ve insanlar bana babamın dünyadaki en iyi baba olduğunu söylediklerinde buna inanırdım, ya da buna inandığımı düşünürdüm… Babamın nasıl bir baba olduğu – iyi mi kötü mü – sorusuna gelirsek, ne desem ki, birçok baba gibi (ben de bir babayım) her ikisiydi de. (Unutmayın ki bu iki kitabı, ‘İnsanlık Komedisi’ ve ‘Aram Derler Adıma’, evlenmeden ve çocuk yapmadan önce yazmıştı). Bir baba olarak, bazen çok iyiydi, bazense çok kötü.”
Aram’ın uzunca bir süre babasını kendi gözleriyle görüp, ona karşı beslediği duyguları kendi deneyimleri doğrultusunda keşfetme şansı olamamış. “Ne de olsa bir çocuk dünyayla çelişmek istemez. Bu boyundan büyük bir girişim olurdu! Çocuk dünya tarafından kabul edilmenin yollarını arar, dünyada kendini evde hissetmek ister, ağrılı bir baş parmağı gibi çıkıntı olmak istemez. Bu yüzden ben de bana söylenenlere - babamın dünyadaki en iyi baba olduğuna – kısmen inandım, ve büyümeye çalıştım.”
Aram’ın dışarıdan etkilenerek kendini inandırdığı bu söylemden kurtulması ancak kendi kalemine sarılması ve aile kurmasıyla gerçekleşti. Bu noktada geçmişle yüzleşebileceğini ve babasını kendi özgün dilinde yeniden tanıyabileceğini anladı. “Ve bir gün, 37 yaşımda, evlenip çocuk sahibi ve yazar olduktan sonra, babam hakkında yazmaya başladım ve keşfettim. Onun kim olduğundan çok – bunu başından beri derinlerimde bir yerde zaten biliyordum – kendimin kim olduğunu keşfettim… Bu kadar sene boyunca insanların bana babam hakkında söylediklerine kısman inanarak bastırdığım ve içimde tuttuğum çok şey olduğunu öğrendim. Ne kadar rahatlatıcıydı bu kadar zaman gizli kalmış o kendi doğrularımı yazabilmek.”
Görülüyor ki William Saroyan gibi bir devin gölgesinde büyümek, Aram için beraberinde çok sayıda duygusal çatışmalar getirmiş. Fakat geçmişle yüzleşme arzusu ve babasını kendine ait bir dille yeniden tanıma arzusu, sadece kendi hikayesini değil belki de hepimizin hikayesini yazmasına vesile oldu. Aram’ın babası hakkında yazdıklarını okurken ailenin insan hayatında ne kadar yüklü, karmaşık duygusal miraslar bıraktığını gözlemlememek mümkün değil.
Aram’ın anlatısında öne çıkan en önemli hususlardan biri geçmişle barışmak için insanın kendine özgün bir dil geliştirme ihtiyacı. Geçmişin bıraktığı acı tatlara yenik düşmek, suçlamak ve mesafe koymak bir çoğumuzun deneyimlediği ve belki de deneyimlemesi gereken bir süreç. Netice de insanın kendi kimliğini keşfetmesi engebeli yollardan geçmeden mümkün olmuyor. Bunu kendimize en yakın modeller olan ebeveynlerin etkisinde kalmadan gerçekleştirmekse imkansız. Bu etkiden kurtulmaya çabalarken gerçekleşen birtakım hasarları anlamak ve onlara anlam yüklemek de bu sürecin vazgeçilmez bir parçası.
Geçenlerde Aram’ın ‘The Last Rites’, yani ‘Son Ritüeller’ adlı kitabını okuma şansım oldu. Aram bu kitabı 14 Nisan 1981 günü babasının öleceğini öğrendikten hemen sonra yazmaya başlıyor. Yaklaşık bir aylık dönemi kapsayan bu kitapta hem babasının hayatını hem de bu vesileyle kendi hayatını değerlendirme fırsatı buluyor. Henüz Türkçeye çevrilmemiş ama umarım çevrilir. Bir baba-çocuk ilişkisini, ölüm ve yas kavramlarını sarsıcı bir cesaret ve dürüstlükle inceleyen sayılı kitaplardan biri bu.
Kitabın başında şöyle diyor Aram: “Babam, William Saroyan, güçlü bir imaja sahip dünyaca ünlü bir yazardı, hala da öyle. Ama oğlu olarak ben, dünyanın ısrarla tarif ettiği o kişiden çok daha farklı birini tanıdım. Bu herkese ait imajla benim gerçeğim arasındaki mesafe işte bu günlüğün bir parçasıdır.”
Kitaba anlam katan bir başka özellik ise, onu yazarken Aram kendini evini kurmuş ve çoktan iki çocuk babası olmuştu. Babalık kavramı onun için daha karmaşık bir hal almıştı. Nitekim, günlük, evinde, 14 Nisan 1981 günü kardeşi Lucy’den gelen bir telefonla başlıyor. Lucy, babalarının prostat kanserinin karaciğerine, ardından da kemiklerine yayıldığı haberini veriyor. Aram en başta ne hissedeceğini bilemiyor. Aklından birçok düşünce geçerken geçmişten kalan yaraları, düş kırıklıklarını hatırlamadan edemiyor. Oturma odasında eşi Gailyn ve çocuklarına durumu anlatıyor, “… hissiz bir şekilde, biraz da uyuşmuş bir halde.”
“Bu esnada Gailyn, 10 yaşındaki büyük kızımız Strawberry’nin üzgün olduğunu söyledi.
“Canım. Üzüldün mü?” dedim.
“Bilmem…” dedi, sonra koltukta yüzünü öteye dönüp ağlamaya başladı.
Artık dayanamadım. Beni duygulandıran şey babamın durumu muydu yoksa kızımınki mi bilemiyorum, ama gözlerim dolmuştu ve hemen kızıma sarıldım.
“Onu hatırlıyor musun?” diye sordum.
“Tabii ki,” dedi.
Hissettiği acının doğallığını görmek bana huzur vermişti. Nihayetinde birinin ölüyor olması doğal bir olay ve paylaştığınız en önemli şeyleri, en özel ve samimi anları hatıra getiriyor. Belki de bunun sebebi ölümün de samimi bir deneyim olmasıdır, bu noktada gerisi boş.”
Gerisi boş. Hayatta varması en zor yargılardan biri. Geçmiş, çözümlenmemiş sorunlar, aile içi sıkıntılar… William Saroyan’ın romanlarında sık sık karşılaştığımız konular hepsi. Ama bu anda, babasının öleceği haberini aldığı bu kırılma anında Aram’ın ihtiyaç duyduğu derin bir anlatı veya hikayeden başka bir şeydi. Belki o anda Aram’ın bir ışığa ihtiyacı vardı. Ölüm her ne kadar korkunç bir olay olsa bile duyguları samimi ve içten yaşamak için geçici bir imkan da sunuyordu.
‘Lighght’. O ışık, Aram’ın koltukta oturan kızının verdiği saf tepkideydi. Kızının tepkisi, Aram’a ölümün içinde sıkışıp kalmış o saklı gizemleri hatırlattı. Nasıl telaffuz edildiklerini bilmesek de anı, zamanı uzatan o suskun sesleri fısıldadı. O sesler ise Aram Saroyan’ın ‘Son Ritüeller’ kitabına, bu vesileyle de hem babası hem de kendiyle yeniden tanışmasına bir vesile oldu.
(AGOS - Melih Levi - 12.2.2019)