*** Dr. Hale Erel’den Kaymaklılı merhum babası Derviş Erel’e mektup…
Dr. Hale EREL
''Acıdan kaçmak yarayı açık tutar'' dediler bilirsin değil mi? Hem çok uzun bir zaman oldu sana yazmayalı. Ben bu gün bu yarayı kapatmaya gelmedim, seninle dertleşmeye geldim sadece. Beni bırakıp gittikten sonra o kadar çok yazdım o kadar çok çizdim ki, ne sen sor ne ben söyleyeyim. Dayanamadı kalbin değil mi? Yaşadıklarına dayanamadın. Bize anlatmaya başladığın zaman 2. Dünya Savaşı’ndan başlardın hatırlar mısın? Açlık vardı ekmek bulamıyordunuz. Soğuktu, ısınmak için annenin koynuna giriyordun. 1927’de doğmuş, tam da ortasına düşmüştün dünyanın ve Kıbrıs'ın 1929 kaosunun. Biz ne çok gülerdik bunlara. Keşke yeniden yanımızda olsan yeniden anlatsan biz daha dikkatle dinlesek daha çok anlasak, bitmeyen hikayelerinin değerini.
Seni çok özledim Baba, çok özledim. Anlat deseler anlatamayacak kadar. Çok kızdım önceleri bizi bırakıp gittiğin zaman, çok içime kapandım ''Neden'' diye sorgularken. Bir kış sabahı ki günlerden 16 Ocak sabah sekiz civarı ve günlerden Cuma, neden böyle bir şey yaptın anlayamadım yıllarca. Hep sorguladım kendimi. ''Kızım doktor oldun işe yaramadı, hem de hiç bir işe dedim'' dedim kafamdaki soruların cevabını bulamadım. Sen doktor olmamı istemiştin ya ben de olmuştum ya, hem sana bakacaktım hem de çorba yapacaktım ya yaşlandığında, sen beni neden bırakıp gittin? Çorba yerken hep gözüm yaşarıyor ya, aslında sıcak olmasından değil biliyorsun değil mi?
Dayanamadın değil mi? Yaşadıkların çok ağır geldi değil mi? Saysam sayamayacak kadar çoktu değil mi yeniden başlamak. 2. Dünya Savaşı. 1950 -54 -58- 63 -68 -74. Ne kötü sayılar bunlar, hep savaşı anlatan, hepsi 1900’lü sayılar. Hatırlar mısın bir sabah erken ben henüz uyurken kapımı çalmıştın. ''Kızım iyi değilim'' demiştin, ben nasıl koşmuştum yanına, nasıl uzattım seni yatağa hatırlar mısın, hani bana anlatmaya çalışıp anlatamadığın o dudaklarından dökülen son sözcükler, hani elin elimde gözün gözümde geçirdiğimiz o birkaç saniye, bana asırlar kadar uzun gelen birkaç saniye. Bugün biliyorum artık o sözcüklerin anlamını. ''Kızım” dedin “yoruldum, çok yoruldum, her seferinde yeniden başlamaktan yoruldum. Seni, sizleri hep bir şey olmasın diye korumaktan çok yoruldum, bitmiyor bu savaşlar, unutamıyorum göçmenlik günlerini, unutamıyorum seni gece yarısı daha emniyetli bir yere kaçırdığımı, unutamıyorum abilerinden günlerce haber alamadığım günleri, unutmam mümkün değil yaralı dolu kamyonları, içine ölmüş bedenler karışmış kamyonları. Hastaneye getirilen o gencecik çocukların feryatları kulaklarımda çınlıyor. Annenle sizi iyi bir insan olarak yetiştirmek için çok uğraştık çok yorulduk, sen de şimdi okulu bitirdin, bana büyük armağan verdin ben gidiyorum babam, buraya kadarmış çok yorgunum ancak uzun bir uyku ile dinlenir bu bedenim.
Uykumda Küçük Kaymaklı'da hapis kaldığım günler geliyor aklıma, ölümden kıl payı kurtuluşum gelir. Hep sorguladım durdum suçum ne diye, bulamadım, galiba suçumuz Kıbrıs'ta doğmak, her zaman yeni bir savaşa hazırlanmak, hep yedekte biraz un biraz süt biraz şeker bulundurmaya çalışmaktan çok yoruldum babam, kalbim dayanamadı bu yorgunluğa, tam bitti derken diğeri, yeniden öteki geldi, 5 sene her akşam yaz kış demeden nöbet tutmaktan yoruldum, komşu bildiğim insanları, düşman mı diye düşünmekten ve onlardan korkmaktan yoruldum, sabah hangi sıfırla çarpılacağımı düşünmekten yoruldum, ben görevlerimi tamamladım, sen de okulu bitirdin bundan sonra yapacak birşeyim kalmadı. Kızım biliyor musun çok çalışmaktan da yoruldum, hep yarını düşünmekten, evim varken evsiz kalmaktan, çok ama çok yoruldum. Her savaşta kaybolan, ne olduğunu bilemediğimiz insanları düşünmekten, merak etmekten çok yoruldum, en çok da hayatla savaşmaktan yoruldum'' dedin , benim bildiklerimi ve evde hiç konuşmadığımız gerçekleri anlattın bana tek tek. Peki sen biliyor musun baba, benim feryatla ''kader yok kısmet yok gidemezsin beni bırakamazsın” diye bağırdığımı. Duymadın mı benim ne kadar acı çektiğimi. Sen uykuya dalarken en derininden, benim aslında hayatımı aldığını, beni kimsesiz bıraktığını bilemedin değil mi? Ben biliyorum senin neler yaşadığını, o bizden ayrı geçirdiğin üç gün var ya üç gün hepimiz ayrı ayrı kitabını yazarız o üç günün.
''Sokak başında Birleşmiş Milletler’in arabaları geçiyordu, durdular baktılar bize, tüfek sırtıma dayalıydı, korktular beni öldüremediler, şimdi olmaz dediler beni eve getirdiler yarın gelip alacaklar, bu son gece'' demiştin ya bize, sonra bir daha o günleri hatırlamamıştık ya hiç birimiz, sen de unuttuğumuzu sanmıştın ya baba, biz unutmadık, ya sen unutmuş muydun benim hala uykularımı bölen bu gerçeği?
Henüz büyümeden yaşadığın üst üste gelmiş savaşların hepsini biliyorum baba, soğuk kış gecelerinde hani göçmenlik günlerinde bizi oyalamaya çalıştığın günlerde bizi bir odaya toplayıp anlattığın masalların hepsini hatırlıyorum. Savaş vardı değil mi sen babasız kaldığında, yokluk vardı, yoksulluk vardı. Delikanlılık yıllarında bunlar seni çok üzmemişti, tektin, yalnızdın, bir anan vardı, bir şekilde tutunuyordun hayata. Ama sonraki yıllar var ya çocuklarını korumaya çalıştığın. Hatırlıyorsun değil mi bir akşam bizi kamyona doldurup karanlıkta Kumsal’dan Lefkoşa’ya doğru yol alışımızı. Top sesleri arasında yolu bulmaya çalışmamızı . ''Hazırlanın hanım” demiştin “hemen gidiyoruz, kızımız büyüdü artık gitmeliyiz, Rum askerleri karşıya gelmiş'', hazırlanmıştık, yani kamyona dolmuştuk. Ne çok korkmuştum o akşam sana bir şey olacak diye, ne çok korkmuştum kamyon bir top ateşinin altında kalacak diye. Hatırlıyorsun değil mi sabahın erken saatlerinde evimizin karşısındaki boş araziye yukarıdan inen askerleri ve her birini ayrı ayrı gözlerimizle takip edişimizi.