Tufan Erhürman
Ne zaman sol partiler, sol hareketler üzerinde düşünsem, Kafka’nın, “Babil Kulesi Efsanesi”nden esinlenerek kaleme aldığı “Kent Arması” öyküsü gelir aklıma (Franz Kafka, Akbaba, çev. Kamuran Şipal, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2005, s. 44-46). Babil Kulesi, Tevrat’ta, Kur’an’da ve dünyanın birçok bölgesindeki yerel efsanelerde adı geçen, Tanrıya ulaşmak için inşa edilen kuledir. Kafka’nın öyküsünde, Kule’yi inşa etmeye karar verenler, başlangıçta düzen içinde yürütürler çalışmalarını. Öyle birkaç yılda tamamlanabilecek bir proje değildir önlerindeki. Ciddi bir hazırlık aşamasına gereksinim vardır. Kılavuzlar, tercümanlar bulunur, Kule’nin inşasında çalışacak işçiler için barınaklar, yollar, giderek koskoca bir şehir inşa edilir. İşe koyulanlar açısından “önemli olan, gökyüzüne kadar uzanabilecek bir kuleyi inşa etme düşüncesidir. Bu düşünce yanında üst tarafı ikinci planda kalır. Bir kez böyle bir düşünce tüm büyüklüğüyle kavrandı mı, bir daha kaybolmaz(dı) ortadan; insanlar dünya yüzeyinde yaşadıkça, kuleyi yapıp bitirmek için güçlü bir istek varlığını sürdürür(dü)”.
Klasik sol düşüncedeki “devrim”in ya da Kıbrıs Türk solunun çok uzun bir süreden beri âdeta ona eşdeğer gördüğü “Kıbrıs sorununun çözümü”nün (diğer adıyla “barış”ın) kalır yanı yoktur Babil Kulesi’nden. Bu işler de en az Kule’nin inşası kadar zordur, meşakkatlidir, sabırlı ve uzun erimli bir çalışmayı gerektirir. Sol, büyük hedefine ulaşmak için örgütlenecek, stratejiler, taktikler belirleyecek, “şartlar oluşana kadar” ön hazırlıklarını, büyük bir düzen içinde, sabırla sürdürecektir.
Gelin görün ki, Kafka’ya göre, “belki gereğinden fazla bir düzendi” bu. Onun sağlanması ve ön hazırlıkların tamamlanması için sürdürülen çabalar “insanın elini kolunu bağlıyor, dolayısıyla kuleden çok işçi kentinin kurulmasına çalışılıyordu”. Tabir-i caizse, araç amacın önüne geçmeye ve kendi içinde bir amaca dönüşmeye başlıyordu.
Bu dönüşüm, Kule’nin inşasında görev alanlar arasında çatışmaları gündeme getiriyordu kaçınılmaz olarak. Madem ki uzun sürecekti hedefe ulaşmak ve madem ki kentin kurulması da zaman zaman Kule’nin inşasını bile geride bırakacak bir amaçtı artık, nihai hedefe ulaşmak için en doğru yolu bildiğini iddia eden grupların birbirini alt etmek için mücadele etmesi son derece meşruydu. “Ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen her topluluk kentin en güzel sitesine kendisi konmak istiyor, en kanlı çarpışmalara kadar vardırılan kavgalar yaşanıyordu”. Bu sebeple, “yeteri kadar üzerine düşülemeyişi kule yapımının pek ağır işlemesine yol açıyor, hatta belki yapım işinin genel bir barışın sağlanmasından sonraya bırakılmasını gerektiriyordu”.
Soldaki bölünmeleri, hizipleri, farklı “izm”leri, iktidar savaşlarını hatırlatmıyor mu size de Kafka’nın anlattıkları? Aynı hedefe ulaşmak için mücadele ettiklerini iddia edenler arasındaki kapışmalar benzemiyor mu kentin en güzel sitesini kapmaya çalışan Babil Kulesi işçilerinin kavgalarına? Siz de benimle aynı fikirdeyseniz eğer, almamız gereken derslerle doludur Kafka’nın öyküsünün sonu.
“Böylece ilk kuşak gelip geçmiş, ama arkadan gelen kuşakların hiçbiri birincisinden başka türlü çıkmamıştı” diye devam eder yazar öyküye. “Üstelik daha ikinci ve üçüncü kuşak, gökyüzünü ele geçirmede yararlanılacak bir kule yapmanın saçmalığını” anlar. “Gelgelelim, kuşaklar o denli birbirine bağlanmıştı ki, hiçbiri kenti bırakıp” gidemez.
Önümüzdeki konuya uyarlarsak öykünün bu kısmını, sol örgütlerin üyeleri bir süre sonra unutmaya ya da imkânsız, hatta belki saçma bulmaya başlarlar esas hedeflerini. O hedef ortadan tamamen kalktığına göre, kendi içinde bir hedefe dönüşen kent üzerindeki hâkimiyet asli bir nitelik taşır artık onlar için. O noktadan sonra bütün mesele, aynı hedefe ulaşmak amacıyla kendileriyle birlikte yola çıkan diğerlerini yenmektir. Dahası, bunu başarabilmek için her yol mübah görülecektir.
Peki ne olacaktır nihai hedeflerinden vazgeçip kendi aralarındaki didişmelere yoğunlaşan bu sefil işçilerin sonu? Kafka’nın öyküsüne göre, bunun işareti kentin armasındaki yumruk ambleminde gizlidir. Kâhinlerin, geleceğini önceden haber verdikleri o meşum gün geldiğinde, “dev bir yumruk kısa aralarla birbirini izleyen beş darbede kenti tuzla buz edecektir”.
Anlayan anlamıştır gerçi söylemek istediğimi ama ben yine de gözümüzün içine sokacak kadar açık bir biçimde dillendirmek istiyorum bizi bekleyen akıbeti. Yola çıkarken ne iseydi önümüze koyduğumuz hedef, anlamlı olan hâlâ yalnızca odur. Üzerine gereğinden fazla titrediğimiz bu “kent” aslında hedef falan değildir. Ve en önemlisi, vakt irişmiştir! Aklımızı başımıza devşirmez ve devam edersek aramızdaki anlamsız kavgalara, kırk gün bir gün o demir yumruğu alnımızın tam ortasına yeyip nakavt olacağımızı anlamamız için daha fazla zaman kalmamıştır.
Not: Bu yazı, daha önce, farklı bir başlıkla, 13.2.2010'da, Yenidüzen Kültür-Sanat ekinde yayımlanmıştır.