Tuncer Bağışkan
KÖY CAMİSİ
Caminin, Osmanlı döneminde Lüzinyanlara ait Ayia Baraskevi Kilisesinden dönüşme olduğu ve Osmanlıların Çatoz’a yerleşmelerinden sonra Angastina’ya (Arslanköy) göç eden Latinlerin bu azizenin adına her yıl Angastina’da panayır düzenledikleri varsayımında bulunulmuştur. Ancak Angastina’da sadece Filistin kökenli Ayios Therapon adına her yılın 27 Ekim tarihinde geleneksel Angastina panayırı düzenlenmesine karşın, Ayia Baraskevi adına herhangi bir panayır düzenlenmediği gibi, köyde de onun adını taşıyan herhangi bir kilise yoktur. Çok eski olan Ayios Therapon kilisesi ise 1796 yılında köyün batısına inşa edilmiştir.
Caminin batı giriş kapısındaki Lüzinyan (Latin) kemerin daha önceki kiliseye ait olduğu anlaşılmaktadır. Köyün yaşlılarının anlattıklarına göre, eskiden caminin tepe pencerelerinde birer haç varmış. Ayrıca batı kapısının önünde gerçekleştirilen kazılar sırasında M.S XIV. yüzyıla ait skrafitto tekniğinde yapılmış sırlı Lüzinyan seramiklerine rastlanmış.
1894 yılı itibarıyla caminin adına yapılmış bir vakıf vardı. Ayrıca adına “Kabristan ve Durmuş Dede Vakfı” da oluşturulur. 1924 yılından önce vakfın mütevellisi Hacı Ömer Ağa idi. Ancak köyü terk edip Lefkoşa’ya taşınması üzerine yerine Mehmet Veli Ağa tayin edilir. Yakın geçmişimizde Görneç, Kalavaç ve Ayharida (Ergenekon) köylülerinin bayram namazlarını bu camide kıldıkları halen anımsanmaktadır.
1899 yılı itibariyle harap durumda olduğundan köy muhtarı ile cami mütevellisinin 26.6.1899 tarihli yazılarıyla Evkaf tarafından görülüp tamir edilmesi talep edilmiştir. O sırada toprak olan damı akıttığından, toprağın kaldırılıp Fransız kiremitleriyle örtülmesi gerekiyordu. Kapı ve pencereleri de çürümüştü. Köylüler pencereleri yükseltip buraya demir parmaklıklı yeni pencereler ile kapılar takacaklardı. Harcamanın ise £40 olacağı hesaplanmıştı. Ancak caminin her geçen gün daha da harap bir duruma gelmesinden, ayrıca söz konusu harcamanın yapıldığına ilişkin Evkaf arşivinde herhangi bir belge bulunmadığından tamir edilmediği anlaşılmaktadır. 2.12.1907 tarihine gelindiğinde tamir edilemeyecek bir duruma gelmişti. Köylüler tamir edilmesi için £10 tutarında gerekli taş, mermer, kireç, alçı ve işçiliği karşılamaya hazırdılar. Ancak Evkaf İdaresi’nin mali yardımına da gereksinimleri vardı. Nihayet tamir edilemeyecek durumda olması itibariyle yeniden yapılması gerektiği ve bunun ise £150’ya mal olacağı belirleniyor. Köylüler bu paranın £70.13.3’unu nakit, işçilik ve malzeme olarak karşılama sözü verirler. Ayrıca kiremit ile merteklerin tren istasyonundan köye taşınmasını da üstlenirler. İnşaat sırasında camiye bir de mihrap yapılacaktı. Nihayet caminin £150’ya değil, Evkaf’ın cami inşaatlarını yapan zamanın Rum yapıcı ustası Nicolaki Kalla tarafından £80’ya yeniden yapılması kararlaştırılır. İnşaatta komşu Maratovuna (Ulukışla) köyünden Ermeni Marti Usta’nın da çalıştığı, inşaat sırasında ise yanında Türkleri çalıştırmasının kendisine köylüler tarafından şart koşulduğu bilgileri edinilmektedir. İnşaata başlandıktan sonra eski duvarların çürük olduğu belirlendiğinden, sözleşmede belirtildiği gibi yarıya kadar değil, zemine kadar yıkılıyor. Bu nedenle hesapta olmayan £17.06.0 da harcanmış oluyor. Caminin inşaat maliyetinin £40’sı 1907-1908 mali yılında Evkaf-ı Mazbuta Sandığı’ndan karşılanıyor. 10.8.1908 tarihinde başlayan inşaat 14.1.1909 tarihinde tamamlanıyor.
Eskiden şimdiki minaresinin bulunduğu yerde bir ilkokul vardı. Bu ilkokulun ise Hasan Behcet’in “Kıbrıs Türk Maarif Tarihi” kitabında söz ettiği ve 1880’li yıllarda köyde dini eğitim veren okul olduğu anlaşılmaktadır.
Eskiden köyün minaresi olmadığından, ezan, caminin batı kapısının solunda bulunan yedi basamaklı bir platform üzerine çıkılarak okunmaktaydı. Platformun yanındaki şimdiki minare, yapıcı ustası Mehmet Garabela Ateşin tarafından inşa edilir. 6.10.1972 tarihinde başlayan inşaat üç ay içinde tamamlanırken, minarenin alemi ise 28.12.1972 tarihinde Ömer Akay tarafından yapılır.
DURMUŞ DEDE TÜRBESİ
Türbe, Lüzinyan-Venedik dönemlerine ait Antik Şato (Akarlar) bölgesindeki Frenk Kuyuları (Sıra Kuyular) adıyla bilinen yerde bulunmaktadır. Çatoz’un Osmanlılar tarafından alınması sırasında şehit düşen bir askere ait olduğuna inanılmaktadır. Yaygın olarak “Durmuş Dede” adıyla bilinmesine karşın, türbenin tamiriyle ilgili olarak Çatoz muhtarı Mustafa Mehmet Ali’nin Evkaf İdaresi’ne yazdığı 8.4.1957 tarihli yazıdan, “Durmuş Kalfa” adıyla da bilindiği öğrenilmektedir.
Türbe, gonno olan bir yamaca yapıldığından kayma nedeniyle duvarları sürekli olarak çatlamaktaydı. Bu nedenle 1955 yılından önce köyün ileri gelenleri tarafından karar alınarak adına yeni türbe yapılmış ve eski mezarındaki ceset kalıntıları buraya taşınmıştır. Durmuş Dede’nin yaşamı ve yeni türbesinin yapılmasıyla ilgili bir söylenti günümüze gelmiştir. Söylentiye göre kadının biri su almak için Şato bölgesindeki çeşmeye gitmiş. Çeşmenin yanında oturan küçük bir çocuk üzüm yiyormuş. O mevsimde üzüm olmadığından çocuğa üzümü nerede bulduğunu sormuş. O da: “Dedem verdi” demiş. Ancak bu yanıt kadının merakını gidermeye yetmediğinden ona bu sefer de “Senin deden kim” diye sormuş. Çocuk da “Durmuş Dede” yanıtını vermiş. Kadın yine bir şey anlamadığından çocuğa nerede oturduğunu sormuş. Bu soru üzerine çocuk oturduğu çeşmenin yanından kalkmış, biraz yürüdükten sonra aniden gözden kaybolmuş. Kadın bu olaydan çok etkilendiğinden her gördüğüne gördüklerini anlatmaya başlamış. Ancak ona hiç kimse inanmamış. Bir süre sonra rüyasına Durmuş Dede girmeye başlamış. Her rüyasına girdiğinde ona “kaldırın bu ağırlığı ayaklarımdan, ayaklarım ağrıyor” diyormuş. Bu rüyasını da her gördüklerine anlatmasına karşın ona yine inanan olmamış. Bir süre sonra türbenin ayakucundaki duvar çatlayıp yıkılmaya başlamış. Ustalar her çatlayan yeri kapattıklarında duvar yine çatlıyormuş. Bu durum uzun bir süre devam etmiş. En sonunda Durmuş Dede’nin mezarının başka bir yere yapılmasına köy ileri gelenleri tarafından karar verilmiş. Böylece Durmuş Dede’nin ikinci mezarı, eski mezarının yaklaşık 300 metre kuzeybatısına yapılmış. Ancak Durmuş Dede’nin bu yeri beğenmeyip eski türbesine geri döndüğü ve kısa bir süre içinde eski türbesinin dağıtılmasına neden olanların ölümlerine neden olduğu anlatılmaktadır. Nitekim, köydeki bir kişinin rüyasına girerek “o dilinden bulacaktır” diye sözünü ettiği köy imamı Mehmet Veli Efendi 1955 yılında dil kanserinden, şirket bakkaliyesini çalıştıran Yusuf Hasan bindiği attan düşerek atın altında kalmak suretiyle ve köy muhtarı Mustafa Mehmet Ali Serdar ise 1959 yılında Lefkoşa’da kalp krizi geçirerek vefat ettiği anlatılmaktadır.
ESİRLER MAĞARASI
Bugüne kadar “Esirler Mağarası” adıyla bilinen Ayharida’nın (Ergenekon) üst başındaki küçük bir mağarayla ilgili anlatımların iki değişik versiyonu sn. Oğuz Yorgancıoğlu ile Prof. Dr. Ulvi Keser tarafından yayınlanmıştır. Ayharidali Oktay İsmail Tımbıloğlu ise mağarayla ilgili söylentinin diğer bir versiyonunu bilgime getirirken, Ayharida’nın üst başının güney yamacında bulunan ‘Abadi Boğazı’ ile Alevkayası’ndan ulaşılan “Sarif’in Küçük Kaya Tepesi”ndeki mağarayı da görmemi sağlıyor. Çanakkale ile Hicaz cephelerindeki savaşlar sırasında İngilizlerin esir aldıkları Osmanlı-Türk askerleri, 1916 – 1923 yılları arasında Mağusa Karaolos (Karakol) bölgesinde yapılan esir kampında esir kalmışlardır. Oktay beyin anlattığına göre, 1918 yılının Mart ayında Karaolos (Karakol) esir kampından firar eden 3 Osmanlı-Türk askeri (Topal Süleyman lakabıyla bilinen Süleyman Osman, Nuri İbrahim ve Mustafa İsmail) tavsiye üzerine Oktay beyin Ayharidalı olan dedesi Osman Ahmet’e giderler. Çünkü o sırada Karakol esir kampından firar eden savaş esirlerine yardım ve yataklık yapanlara en ağır ceza verileceğinden, temas edecekleri kişilerin emniyetli olmaları gerekmekteydi. Esirlerden bir tanesi sabaha kadar Osman Ahmet’in evinin avlusundaki öküz yalağında uyur. Ertesi gün onu orada gören Osman Ahmet, firarilerin üç kişi olduklarını öğrenir. Bunun üzerine onları Ayharida’nın üst başında bulunan ve bilahare “Esirler mağarası” olarak bilinecek olan mağaraya götürüp saklar. Küçük bir giriş kapısından girilen mağara dar olup, içindeki iki kaçış tünelinden biri güneydoğuda, diğeri ise kuzeybatıdadır. Mağaraya saklanan esirlere Osman Ahmet’in yanı sıra, Ayharidalı Yusuf Ahmet, Mehmet İbrahim ve Salih Musa isimli köylüler de yardımcı olup onları altı ay süreyle beslerler. Ancak altı ay sonra Davlos’un (Kaplıca) deniz yalısına gitmek ve orada bir sandal bulup Anadolu’ya geçmek için kendilerine yardımcı olanlarla helallaşırlar. Ancak üç gün süreyle Davlos’un deniz yalısında beklemelerine karşın kendilerini alacak bir gemi gelmediği gibi, bir sandal da bulamazlar. Aç ve susuz olduklarından dağı aşarak Melunda (Mallıdağ) köyüne gelip bir mağaraya saklanırlar. Dağda yakaladıkları bir keçiyi mağarada yaktıkları ateşte pişirip bir kısmını yerler. Bu sırada ateşin dumanını gören Deli Hacı Lakabıyla bilinen Melundalı Hacı Mehmet Ali’nin oğlu mağaraya girer. Esirler ona durumlarını anlattıktan sonra onda ekmek, su ve yiyecek isterler. Eve giden çocuk dağarcığa yiyecek doldururken babası Deli Hacı onu görür. Çocuk da babasına durumu anlatır. Birlikte mağaraya giderler. Esirler Deli Hacı’dan kendilerine bir sandal bulmasını istemeleri üzerine, esirlerin her birinden 2 lira 10 şilin alır. Ancak onlara sandal tedarik etmediği gibi, Ayharida’da esirlere yardım ve yataklık yapan Osman Ahmet, Yusuf Ahmet, Mehmet İbrahim ve Salih Musa’yı da Lefkonuk polisine ihbar edip onları yakalattırır. Esirler bunu öğrenince, kendilerine yardım eden kişilere zarar vermemek için Türk köylüler aracılığıyla Polise teslim olmak istediklerini bildirirler. Lefkonuk’tan Melunda’ya gelen iki polis onları tutuklayıp Lefkonuk polis karakoluna götürürler. Orada verdikleri ortak ifadede, Ayharida’da herhangi birini tanımadıklarını, ancak Melundalı Deli Hacı’nın kendilerine sandal bulmak için her birinden 2 lira 10 şilin aldığını söylerler. Bunun üzerine tutukladıkları Ayharidalıları serbest bırakırlarken, Deli Hacı’yı da tutuklarlar. Esirler Karakol esir kampına götürülürler. Yapılan duruşma sonrasında Deli Hacı iki yıl hapis cezasına çarptırılır. Savaşın son bulmasıyla bu esirler Anadolu’ya geçerler ve daha sonraki günlerde kendilerine yardımcı olan Osman Ahmet ile diğer Ayharidalılarla mektuplaşmaya başlarlar.
BERBER AHMET’İN SEMBOLİK MEZARI
Çatoz ile Ayharida arasındaki yolun sol tarafındaki ‘Mezarlık Üstü Mevkii’nde bulunan mezar, Berber Ahmet namıyla bilinen Çatozlu Ahmet Veli Pire’nin sembolik mezarıdır. Bu olaya tesadüfen tanık olan Ayharidalı Oktay İsmail Tımbıloğlu’nun anlattığına göre, bazı Çatozluların komşu Rum köyü Tirmen’de bir Rum çocuğu vurup öldürmelerinin intikamını almak isteyen Tirmenli yedi Eokacı Rum 5.8.1958 tarihinde Ayharida-Çatoz arasında pusu kurarlar. O sırada Çatozlu Osman Billur eşeğinde şinya yüklü olarak Ayharida’dan Çatoz’a giderken kurulan pusuyu fark ettiğinden kaçarak kurtulur. Bir süre sonra eşeğinin üzerinde iki torba samanla birlikte oradan geçmekte olan 84 yaşındaki Çatozlu Ahmet Veli Pire pusudan kurtulamayıp el yapımı bir silahla şakağından vurularak şehit edilir. Vurulduğu yere şimdiki sembolik mezarı yapılır.
KASABOĞLU İSYANI VE SEMBOLİK MEZARI
Ayharida ile Çatoz arasındaki yolun kıvrımında bulunan Kasapoğlu’nun mezarının rivayeti Çatoz’a mal olmuş 4 kabadayıyı konu almaktadır. Rivayete göre Osmanlı İmparatorluğunun çöküş yıllarında Kıbrıs’a konan ağır vergiden hoşnut olmayan Çatozlu Kasaboğlu, Narcıoğlu, Mahmutoğlu ve Gençosman adlı kabadayılar Osmanlıya karşı ayaklanmışlar. Osmanlı idaresine vergi vermedikleri gibi, halkı da Osmanlıya karşı ayaklanmaya kışkırtmışlar. Bu arada köye gelen vergi memurunu da öldürmüşler. Bunun üzerine İstanbul’dan idam edilmeleri fermanı çıkmış. Bir gün Çatoz camisinde namaz kılarlarken 40 zaptiye köyü kuşatmış. Köye gelen elçinin teslim ol çağrısına uymadıklarından köyün batısındaki Top Yatağı mevkiinden köy top atışına tutulmuş. Her kes korkup köyden kaçmaya başlamış. Bir tanesi aceleyle kazığa bağlı olan beygirine binip hayvanı kırbaçladığından, zora koşulan hayvan yellenmeye başlamış. O zamandan sonra “Çatoz’da beygir osurturlar” deyimi ortaya çıkmış. Bir süre sonra Osmanlı askerleri köye girmişler, ancak dört kabadayı köyden gizlice kaçtıklarından bulunamamışlar. Daha sonra Narçıoğlu, Çatoz’un iki kilometre doğusundaki Kargaduzu mevkiindeki Narçıoğlu Mağarasında bulunmuş. Mağranın tepe deliğinden içeriye yanıcı maddeler atılmak suretiyle çıkan dumandan boğularak ölmesi sağlanmış. Genç Osman ile Mahmutoğlu Lefkoşa’da yakalanarak idam edilmişler. Kasapoğlu ise iki yıl boyunca Ayharida dağındaki Dumanlı Mağara’da saklanmış. En sonunda ihbar üzerine Mağara’da yakalanmış. Onu kelepçeleyip Çatoz’un içinden geçirmek suretiyle Lefkoşa’ya götürecekleri sırada, gururlu olduğundan, nişanlısının kendisini bu durumda görmemesi için zaptiyelerden Çatoz’un içinden geçmemelerini istemiş. Ancak zaptiyeler ona aldırış etmemişler. Bunun üzerine zaptiyelere direndikten sonra kendisini orada öldürmelerini istemiş. Zaptiyelerden biri attan inerek diz çökmüş durumda olan Kasapoğlu’nun başını gövdesinden ayırmış. Vücudunu oraya gömdükten sonra kesik başını süngüye geçirilerek Lefkoşa’daki Valiye götürmüşler. Yakışıklı olan Kasapoğlu’nun çok uzun olan bıyıkları başının arkasında bağlı durumdaymış. Paşa Kasapoğlu’nun başını görünce “Böyle yakışıklı ve cesur bir adamı nasıl öldürdünüz? Bana onun canlısı lazımdı, kellesi değil; yazık ettiniz” sözleri ağzından dökülmüş. Daha sonra Kasapoğlu’nun mezarının olduğu yerden Çatozlu Hasan Kahveci’nin her geçişinde aracının arıza yapması Kasapoğlu’na bağladığından, bir süre sonra oraya mezarını yaptırmış.
Ancak yeni yapılan anıt mezara konan levhadaki bilgilerin, köylülerin anlattıklarıyla örtüşmeyen şoven ve hamasetçi bir zihniyetin ürünü olduğu anlaşılmaktadır. ‘Venedik dönemine ait Dragoman Papazları’ denilen papazların adadaki Rumlardan vergi almalarına karşın, Türklerden vergi alma yetkisine sahip olmadıkları bilinmez mi? ‘Dragomanlık’ makamı da, Hıristiyanlar ile Osmanlı makamları arasında tercümanlık yapmak, Hıristiyanlardan alınacak vergi miktarlarını Osmanlı yöneticilerle birlikte saptamak ve Hıristiyanların vergilerini toplamak amacıyla Osmanlı döneminde oluşturulmamış mıydı? Kasapoğlu’nun başını kesen, üç arkadaşını da idam edenler Osmanlı askerleri değil de, bu konuda yetkisiz olan Dragoman mıydı? Eğer bu köyden ‘Dragoman’ tarafından vergi alınıyorsa Çatoz’un o dönemde bir Rum köyü olduğu anlaşılmaz mı? Oysa ki 1831 yılı Osmanlı nüfus sayımında, köyün 148 olan erkek nüfusunun tamamının Türk olduğu belirlenmiştir. Köylüler ile Osmanlı belgeleri başka söylüyor, bu anıttaki yazıların yazılmasını sağlayan zihniyetin temsilcileri ise başka… Artık varın siz karar verin okullarda okutulan tarih kitaplarının doğru olup olmadığına. Bu nedenle bu levhayı anıt mezara koyanlara tavsiyem, onu hemen oradan söküp köylülerin verdikleri bilgileri içeren bir levhanın oraya monte edilmesini sağlamalarıdır.