Çok değerli arkadaşımız, akademisyen, grafik sanatçısı, araştırmacı yazar ve “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” sayfasının yaratıcısı Konstantinos Emmanuelle’in kaleme aldığı babasına dair bir hikayeyi okurlarımız için derleyip Türkçeleştirdik. Konstantinos Emmanuelle, özetle şöyle yazıyor:
*** Yaşlı Kıbrıslılar’la ilk gerçek röportajım 2010 yılında babamla yaptığım bir röportajdı... Bu röportajın “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler”i tetikleyeceğini o günlerde henüz bilmiyordum...
*** Babam Miltiadis Neofitu, kibar bir insandı, dürüst ve basit bir hayat sürdürmüştü. Baf’ın Çada köyünden 6 Aralık 1921’de dünyaya gelmişti. Babası ve annesi Neofitos ve Pelayia Emmanuil, ablası Eleni ve küçük kardeşi Andreas ile birlikte kerpiç bir evde yaşamaktaydı. Babam hiçbir zaman kendi hayatından bahsetmezdi, meğer ki ona soru sorayım... Ancak sık sık ailesinin ne kadar fakir olduğundan söz ederdi bana... Mutfakta önümdeki masada duran yemeğimin tümünü yemediğim zaman, neden üzüldüğünü açıklıyor bu herhalde...
*** Babama kıyasla ben çok daha rahat bir hayat yaşadım. Babam yalnızca iki sene okula gidebilmişti ve dokuz yaşından itibaren küçük bir keçi sürüsüne bakması gerekmişti. Genç ve naif bir insanken ona bu konuda takıldığımı itiraf etmekten şimdi utanç duyuyorum... Babam henüz 15 yaşındayken evden (ve Çada köyünden) ayrılmıştı, iş aramaya gitmişti... Annesiyle babasının hayatlarını kazanmak için verdikleri mücadele ve çektikleri acıyı görmeye artık dayanamadığını anlatmıştı bana. “Çok fakirdik. Yalınayak gezerdim hep çünkü ana-babamın bana potin alacak paraları yoktu. Eğer köyden ayrılacak olursam, annemle babamın beselemesi gereken bir kişinin azalacağını ve kaygılanmaları gereken çocuklardan birinin azalacağını düşünmüştüm...”
*** Babam başlangıçta Kasaba, Baf’ta mutfakta yardımcı olarak bir iş bulmuştu ve daha sonra da yol yapımlarında ve Yeroşibu’daki yeni uçakalanı yapılırken pist yapımında çalışmıştı. 1939 senesinde 18 yaşına gelince Lefkoşa’ya giderek NAAFİ diye bilinen Navy, Army and Air Force Institutes yani Donanma, Ordu ve Kava Kuvvetleri Enstitüsü kantininde mutfak yardımcısı olarak işe başlamıştı.
*** İkinci Dünya Savaşı sırasında babam dağlık Trodos bölgesine nakledilmiş ve ondan sonra da Mağusa bölgesinde Maraş’a gönderilmiş ve İngiliz askerlerin günlük yemeklerine yardım ederek çalışmayı sürdürmüştü... “Bir kutu bolibif ve bir düzine badadezle, tam yüz tane köfte yapabilirim” diye övünüyordu... “Herkes benim köftelerime bayılırdı...”
*** 1940’lı yılların başlarında babam İngiliz Kralı’na hakaret ettiği gerekçesiyle bir süre askeri hapishanede yatmıştı. Olan şuydu: NAAFİ mutfağında bir haftalık emeği karşılığında bir şilin ödenmekteydi. Bu kadar düşük bir ücret almasına içerileyen babam bir İngiliz subayının önünde şilini yere atmıştı. Derhal kendisine Kral’ı yere atma ve hakaret etme gerekçesiyle dava okunarak hapishane hücresine tıkılmıştı – şilinin üstünde Kral George’un kabartma resmi bulunmaktaydı... “Ma nedir sizin söylediğiniz? dedim kendilerine... Kral Londra’da yaşıyor... Her neyse, bir İngiliz hapishane hücresinde iki gün yattım...”
*** NAAFİ kantinindeki işi nedeniyle babam Lefkoşa’ya taşınmıştı ve bir dizi farklı lokanta ve tavernada garson olarak çalışmaktaydı. 1949 senesinde Kıbrıs’tan ayrılarak Avustralya’ya gidecekti – iş ve daha iyi bir ücret peşindeydi. 28 yaşındaydı... Babam ailesi ve genel olarak köydeki hayatı hakkında açık biçimde konuşurken, bekar bir adam olarak günlerini nasıl geçirdiği hakkında pek konuşmazdı... Yakın geçmişte öğrendim ki Kıbrıs’tan ayrılmadan önce, 1949’da NAAFİ’de tanıştığı bir kadına aşık olmuş. Kadın İngiliz ve Katolik imiş ve dedem Neofitos, bu evliliğe onay vermemiş. Belki de bu durum babamın Kıbrıs’tan ayrılmasını tetiklemişti. Babamın kardeşi, amcam Andreas’a göre Kıbrıs’tan ayrılacağı gün babam bu Katolik kızdan kendisiyle Leymosun limanında buluşmasını istemiş fakat kız gelmemiş ve babam da gemiye onsuz binmiş... Babamla binlerce kez sohbet etmiş olmama karşın hiçbir zaman bir kerecik bile bu Katolik kızdan söz etmemesi ne kadar tuhaf...
*** Babam Melburn kentine 1950 senesinin Mart ayı başında varmış ve oradaki Kıbrıslı toplumla kaynaşmakta hiç zaman yitirmemişti... Kısa sürede kentteki çeşitli fabrikalarda işçi olarak düzenli iş bulmuştu (Güney Yarra’da Everhot da buna dahildir). Melburn’da bekar bir genç adam olarak maceralarından hemen hiç bahsetmezdi. Tek bildiğim birkaç diğer Kıbrıslı bekar erkekle bir ev ya da bir oda paylaştığıydı. Yaşadığı kent varoşlarının kirli olduğunu, sıcak bir banyo için ekstradan para ödemesi gerektiğini anlatmıştı bana ama...
*** Babamı bekarlık günlerinden tanıyanlar bana onun sessiz ve düzgün bir adam olduğunu anlattılar. Kentte Akropolis Kahvesi’nde sessizce oturup diğer göçmenlerin övünmelerini ya da hayatları hakkında abartılı hikayeler anlatmalarını dinlermiş. Babam hayatıyla ilgili hiçbir zaman şikayet de etmedi, övünmedi de... Büyük olasılık tanıdığım en mütevazi insandı. Her halukarda 1950’li yıllarda iyi bir arkadaş grubu vardı ve onlarla olmaktan mutluydu.
*** 1953 senesinde bir Kıbrıslı göçmen olan Hristakis Miltiadus, babama eşinin küçük kızkardeşinin fotoğrafını göstererek, onunla evlenmesini önermişti. Sözkonusu kadın Panayota Konnaris idi (annem) ve o günlerde Kıbrıs’taki küçücük Musere köyünde anne-babasıyla yaşamaktaydı. Babam fotoğraftaki kadınla evlenmeyi kabul etti. Sonra da kendi anne-babasına, annemin köyüne giderek evlilik için hazırlık yapmaları talimatını verdi. Bir kez ana-babalar cehiz konusunda anlaşınca, annem Panayota Aralık 1953’te vapura bindirilmiş ve babamla evlenmek üzere Melburn’a gönderilmişti. Altı hafta sonra evlenmişler ve tam dokuz ay sonra da ablam Eleni (Helen) dünyaya gelmişti. 1958 yılında ikiz kızkardeşlerim Andrulla (Ann) ve Neofitulla (Dulla) dünyaya gelecekti. Ben 1960 yılında dünyaya geldim.
*** Annemle babam ilk tanıştıklarında nasıl da birbirlerinden hiç hoşlanmadıkları konusunda sık sık şakalaşırlardı... Annem, Melburn’da kendisine aşırı büyük gelen bir pantolon giyen sıska bir adamın kendisini karşıladığını anlatıyordu, kendisine göndermiş olduğu fotoğrafa hiç benzemiyordu... Babam da annemin kendisine gösterilen fotoğraftaki kadına hiç benzemediğini ve onun ne kadar dine düşkün biri olduğunu da önceden bilmediğini anlatıyordu. Aslında annemin kiliseye olan tutkusu, hayatı boyunca babamın canını sıkacaktı.
*** Böylesi ayarlanmış bir evliliğe girişmenin nasıl bir şey olacağını düşünürüm, kendi ailenden ve kendi ülkenden uzakta özellikle... En azından babam evlenmeden yıllar önce seyahat edip burada çalışmıştı. Peki ya biçare anneciğim? Köyünden alınıp bir vapura konmuş ve dünyanın öteki tarafında tuhaf bir yere tümüyle yabancı birisiyle evlenmeye gönderilmişti. Başlangıçtaki bazı zorluklara karşın, annemle babam durumlarını en iyi şekilde idare ettiler ve evliliklerinin gerçekten de başarılı olduğuna tanıklık edebilirim. Onların kendi aralarındaki farklılıklara nasıl tolerans gösterdiklerini ve bir aile yetiştirmenin zorluklarını nasıl aştıklarını görmek, benim için bir lütuftur diyebilirim.
*** Annem tipik bir gövevine bağlı Rum evhanımıydı, uyanık olduğu tüm saatleri evlatlarına bakarak ve evimizi pırıl pırıl tutarak geçirmekteydi. Onun kuşağına özgü kültürel koşullandırmaların ve köklü geleneksel yetiştirme tarzının bir ürünüydü annem... Kendimi bildim bileli annem günde 18 saat çalışırdı, yemek pişirir, temizlik yapar ve babamın kendisine sunduğu küçük, rahatlatıcı şeylerle hayatımıza mümkün olduğunca iyi başlamamızı sağlamaya çalışırdı...
*** Ancak babamın da korkunç biçimde çalıştığını söylemeliyim... Güneş doğmadan kalkardı babam, karanlıkta trenlere binerdi, evimizden millerce uzaklıktaki pis fabrikalarda işlemeye giderdi... Hava durumu ne olursa olsun, tek bir gün bile izin almazdı...
*** Babamla ilgili güzel hatıralarım vardır, ödeme günü olan Perşembe gecesi elinde Violet Crumble adını taşıyan bir paket çikolatayla eve dönerdi. O günlerde bile hem ben, hem kızkardeşlerim bu davranışın, bize olan büyük sevgisini gösterdiğini hissederdik... Hayatım boyunca babamın tek bir kez ağladığını gördüm. Kendi sorunları ve kaygılarından ailesini korumaya çalıştı ve bunu başardı. Ancak o gün – ki ben 11-12 yaşlarındaydım – babamın anneme eve yemek getirecek ve evimizin ipoteğini ödemeye yetecek parası olmadığı hakkında şikayet ettiğini işitmiştim. Ya yanlış bir anda içeri girmiştim ya da uygunsuz bir şey söylemiştim... Öfkeyle bana doğru saldırdı ve bana vurmaya başladı. Çok şükür annem araya girdi ve onu kaktırdı. Bir süre sonra babamı dışarıda gördüm, tuğla bir duvara yaslanmıştı, elleri başındaydı ve kontrolsüz biçimde hıçkırarak ağlıyordu. O anda ona duyduğum tüm öfke buharlaşmış, uçmuş gitmişti... Büyüdükçe olaylara daha derin bir yerden bakabildim ve babama olan saygım ve hayranlığım daha da arttı...
*** 1974 yılı başlarında babam ailesiyle birlikte Kıbrıs’a geri dönmeye karar vermişti. Annemle babam için bu uzun zamandır özledikleri doğdukları yere bir seyahatti. Biz çocuklar için hakkında onca çok şey işittiğimiz bu gizemli adaya ilk göz atışımız olacaktı. Kıbrıs’a seyahatimiz ayrıca annemin belki yeniden Kıbrıs’a yerleşme ve hep orada kalma yönündeki gizli isteğine de dayanmaktaydı... Ne yazık ki işler planlandığı gibi gitmedi. Kıbrıs’a ayak bastığımız andan itibaren açıktı ki Kıbrıs’taki siyasi durum dengesizdi. Aslına bakılacak olursa, siyasi tartışmanın her iki tarafından da Kıbrıslılar’ın öldürüldüğüne dair haftalık haberler vardı, adada bir iç savaşın kıvılcımını yakmaya yönelik bir tehditti bu...
*** Bir ergen olarak yerli haberleri önemli oranda görmezden geliyordum ve de yemek masasında Başkan Makarios ve onun rakibi General Grivas hakkındaki sohbetlere kulak asmıyordum. Ben yalnızca eğlenmek ve adayı keşfetmek istiyordum. Annemle babam Leymosun’da küçük bir apartman dairesi tutuncaya kadar, adadaki gerginlikler alevlenmeye başlamıştı. Haziran ayı boyunca Leymosun’un sokaklarında neredeyse her gece ateş edildiği duyuluyordu. Ev sahibimiz bile evinin damına tırmanıyor ve buradaki bir makineli tüfekle yakınlardaki polis karakoluna doğru ateş açıyordu. 20 Temmuz’da babamın ailemizi Lefkoşa’daki uçakalanına götürerek bizi buradan çıkarma planı o sabahın erken saatlerinde başlayan Türk işgali nedeniyle durdurulmuştu. Dağlara kaçmaktan başka seçeneğimiz yoktu, birkaç hafta boyunca orada saklanacak, hayatımızdan endişe edecektik. Nihayetinde Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün bazı iyi askerleri, Leymosun’daki Ağrotur askeri üssünden İngiltere’ye tahliye edilmemize yardım etti ve oradan da Melburn’a geri döndük.
*** Bu sorunlara karşın 1974’teki Kıbrıs maceramın bende kalıcı bir iz bıraktığını söyleyebilirim. Kıbrıs’a sonsuza dek bağlılık yemini edecek ve yaratıcı yeteneklerimi bu kayda değer yere saygı göstermek için kullanacaktım. Şimdi geriye dönüp baktığımda ailemin mümkün olduğunca bize Kıbrıs’ı gösterme çabalarını takdir ediyorum. Kıbrıs’taki ziyaretlerimiz çoğunlukla annemin her bir manastır ve dini yeri ziyaret talepleriyle şekillenmişti...
*** Annemle babamın ailemizi Kıbrıs’a geri dönerek yerleştirme planları başarısız olmuştu. Bu da babama çok pahalıya patlamıştı. Melburn’a döndüğünde düşkırıklığı içindeydi ve işsizdi. 1974’te adada yaşanan üzücü şeylerden ötürü hem ihanet edilmiş, hem de utanmış hissediyordu kendini. Keşke o zamanlar oturup onunla konuşacak kadar olgun olabilseydim: Keşke huzursuzluğunu ve kendini suçlu hissetme duygusunu giderebilseydim. Yalnızca neler hissetmiş olduğunu düşünebiliyorum... Evimizin yakınlarındaki bir mobilya fabrikasında iş buluncaya kadar aradan epeyi bir zaman geçmesi gerekecekti... Babam 1974’ün trajik olaylarını yavaş yavaş geride bırakabilecek ve ailesine bakmak olan esas hedefine yönelecekti. Zaman zaman akrabalara şöyle dediğini işitiyorduk: “Kıbrıs’ı unutun. Kıbrıs kaybedilmiştir...”
*** 1978 yılında babam Coburg’ta büyük bir Kodak fabrikasında paketleyici olarak bir iş bulmuştu. Birkaç hafta içinde forklift sürücüsü olarak eğitilmişti. Hayatımda ilk kez babamın işiyle gurur duyduğuna tanık oldum. Kodak’ta bir forklift sürücüsü olmak onun için çok önemliydi. Bu önemliydi çünkü hiçbir zaman araba sürmeyi öğrenememişti... Liseden mezun olduğumda babam çaresiz biçimde Kodak’ta kendisine katılmam için beni ikna etmeye çalışacaktı. Ben buna ilgi duymuyordum. Ben bir ressam veya bir grafik tasarımcı olmak istiyordum. Sertçe bana “Bu sanat saçmalığını unut” diyordu. “Benim gibi bir forklift sürmeyi öğren. İyi bir iştir ve çok para kazanacaksın böylece...”
*** İtiraf etmeliyim ki babam sürekli olarak bana iyi tavsiyelerde bulunmaya çalışıyordu. Çoğunlukla kendi ana-babasından devralmış olduğu değerleri bana empoze etmeye çalışıyordu... Bir keresinde yine dişim ağrıdığını söylediğimde, “Takma diş taktırmayı düşünmelisin” demişti. 1985’te kız arkadaşımdan ayrıldığımda beni yanına oturtup sakin biçimde, “Yolun sonunda yaşayan o iyi Yunan kızıyla evlen. Güven bana, onu sevmeyi öğreneceksin” demişti. Onu düşkırıklığına uğratıp tavsiyesine uymayacaktım.
*** Aradan uzun yıllar geçtikten sonra babam aniden benimle gurur duyduğunu söyleyecekti. Bu benim için bir sürprizdi. “Ama baba” dedim, “Ben senin hiçbir tavsiyene uymadım ki. Grafik tasarımcı oldum, hala ağzımda kendi dişlerim var ve sevdiğim bir kızla evlendim. Bana söylediğin tek bir kelimeyi bile dinleyip yerine getirmedim...” Babam başını yavaşça sallayıp gülümsedi. Sonra ıslak gözlerle bana bakarak “Doğrudur oğlum, sen bana başka bir yol olabileceğini öğrettin” dedi. O an bir baba ve bir oğul arasında çok güzel bir andı ve aramızdaki kuşak ve kültürel farklılıklar arasında köprü kurabilmiş ve birbirimizi anlayabilmiştik.
*** Babamın bana verdiği tavsiyelerin aslında bana kendince göz kulak olma şekli olduğunu anladım nihayetinde – tavsiyeleri sevgiye dayanmaktaydı. Ve o da kendi geleceğime dair kendi kararlarımı verebileceğim yönünde bana güvenmesi gerektiğini öğrenmişti, kimi zaman bazı şeyleri farklı yapmanın iyi olabileceğini, hatta başlangıçta düşünülenden daha da iyi olabileceğini anlamıştı.
*** Babamla benim hayatlarımız arasındaki tezat inanılmz birşey... O, çocukluğunu babasının keçilerine bakarak, ergenlik yıllarını hayatını kazanmak için tabak çanak yıkayarak geçirdi. Henüz 15 yaşındayken bir daha geri dönmemek üzere evden ayrıldı, daha iyi bir hayat arayışı içinde dünyanın öte ucuna seyahat etti. Yalnızca fotoğrafından tanıdığı bir kadınla evlendi. Bir işçi olarak yıllarını fabrikalarda gerçekten korkunç koşullarda çalışarak ve bu çabası karşılığında pek az para kazanarak geçirdi. Nihayetinde ailesini Kıbrıs’a götürmeye yetecek kadar para kazandığında, 1974’te bazı dar kafalı fanatikler, Kıbrıs’a yeniden yerleşme planlarını sonsuza dek yok ettiler...
*** Şunu söylemeliyim ki hayatının son yıllarında babamla daha da yakınlaştım. Haftada en az iki defa onu ziyaret ediyordum, mutfakta Türk kahvemizi içerken oturup saatler boyunca konuşuyor ve dünya sorunlarını çözmeye çalışıyorduk. Sık sık geçmişi bugünle karşılaştırmaya girişiyorduk. Ben ona bizim dünyamızı anlatıyordum, o da bana kendi dünyasını aktarıyordu... O günlerde henüz anlamamıştım ancak babam bana “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” düşüncesini kuluçkaya yatırmam için yardım etmekteydi...
*** 10 Aralık 2011’de babam vefat etti. 90 yaşına yeni basmıştı. Mutluyum ki ölmeden önce onu daha iyi tanımak ve hayatını öğrenmek için çaba gösterdim. Ancak öldükten sonradır ki onun hikayesini kaleme almaya başladım ve anladım ki onunla ve geçmişiyle ilgili hala pek az şey biliyordum – keşke ona sorsaydım dediğim yüzden fazla sorum vardı hala...
*** Babamla ilgili en dikkat çekici şey, olup biteni kabul etme ve her halukarda yoluna devam etme yeteneğiydi. Düzeltemeyeceği şeyler için kaygı duymamaktı. Her zaman bize “herşey çok daha kötü olabilirdi” diyordu ki ne tuhaftır, ne zaman kendim için üzüntü duysam bunu hatırlarım... Gerçekten de herşey çok daha kötü olabilirdi...
Miltiadis Neofitu, üstte, sağdan ikinci, Melburn'da göçmen arkadaşlarıyla... Sene 1951...
Miltiadis Neofitu, 1947, Kıbrıs...
Miltiadis ve Panayota Neofitu, Melburn'da düğün günlerinde... Sene 1954...
Resimler: Tales of Cyprus sayfasından...
(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).