Ulus IRKAD
(Değerli Araştırmacı-yazar Ulus Irkad, Baf’tan tanıdığı Mustafa Uzun’un geçtiğimiz gün vefatı ardından, onunla ve ailesiyle ilgili hatırladıklarını yazdı… Bu değerli hatıraları teşekkürlerimizle paylaşıyoruz… S.U.)
Çok değerli Mustafa Uzun abimiz de hakkın rahmetine kavuştu. Aileyi ta kendimi bildim bileli tanıyorum. Mustafa abi bizden büyüktü ve Baf Kurtuluş Lisesi’nde daha sonra öğretmenlerimiz olacak olan Mağusa eski Belediye Başkanı Kemal Çelik’le akrandı. Akranım olmamasına rağmen Mustafa abinin okuldaki başarılarını öğretmeni olan babamdan duymaktaydım.
AİLEYİ TANIDIM…
Ailenin ortanca üyesi Kemal abiyi ve en küçükleri Kenan’ı da tanıdım. Kenan yaşıtımdı. İlkokula 1963 yılında birlikte başladık, ilkokulda değil ama ortaokulda, ta orta birden lise 2’ye kadar 1969-1974 yılları arasında aynı sınıfta birlikte oturdum ve Kenan Uzun en iyi arkadaşlarımdan biridir. Pek tabii ki rahmetli Salih Kemal, Ahmet Kalkan, Kemal Kani, Aytaç Sönmez, Mehmeteli Salih Garip, Öztürk Tüzüner, Tamar Hasan, Özkan Murad, Suzan, Salise, Ferdiye, Hafize, Figen, Özgül, Ayşe, Lütfiye vs. tüm arkadaşlarım da aynıdır. Onların da son 68 yıllık yaşamımda ayrı yerleri vardır.
KEMAL ABİ ÇOK GENÇ YAŞTA VEFAT ETTİYDİ…
Uzun ailesinden, ortanca kardeş Kemal abi, çok ince ama insansever, saygılı bir insandı. O da babamın sevdiği öğrencilerindendi. Gerçi Kenan’la benim de babam öğretmenliğimizi yapmıştır ve muhakkak şimdi sevmesin Kenan’ı ve diğer arkadaşlarımı da sevmiş ve övmüştür. Aileden Kemal abi çok genç yaşta hayata gözlerini kapamıştı. Kemal abi çok genç yaşta, bilhassa 1963 olayları sonrasında Baf’ı terketmişti. Kuzey Avrupa ülkelerinden birinde yaşıyordu. Onu arada sırada tatillerde Baf’a geldiğinde görmekteydim.
MUSTAFA ABİ ERENKÖY ÇARPIŞMALARINDA YER ALDIYDI…
Abileri Mustafa abi Erenköy çarpışmalarında yer almış, Baf’a geldikten sonra Kooperatif’te iş almış ama bildiğim kadarıyla Siyasallardan (Aradan çok zaman geçti hatırladığım kadarıyla yanlışsam birileri beni uyarsın) mezun olmuş çok beyefendi, kültürlü, sessiz ve ağırbaşlı bir abimizdi.
BAF’IN DÜRÜST, TEMİZ KALPLİ İNSANLARIYDILAR…
Bu arada anneleri Pembe abla ve babaları Ali Dayı’dan da söz etmem gerekir. Baf insanları arasında dürüst, temiz kalpli insanlardandılar. Pembe ablanın Baf insanları arasında sevecenliğini, saygıdeğerliliğini buradan anlatsam kitaplar alır. Yalnız bu aileye karşı 1963-64 yıllarında Baf’ta haksızca değerlendirmeler, kısıtlamalar ve baskılar oldu.
AİLEYE TERS DAVRANILDIYDI…
Mustafa abi Erenköy’de toplumu için mücadele ederken, Baf’ta bu aileye ve bu gibi aynı düşüncede olan ailelere karşı, düşünceleri farklı diye demokratik teammülere ve insan haklarına ters olan davranışlar içine girilmesini hiçbir insansever Baf’lı kabul edememiştir. Nitekim daha sonraları bu olayların iyileşmesi için tedbirler alınmıştı (Türkiye Başbakanı rahmetli Sayın İsmet İnönü’nün olaya bizzat, Dr. İhsan Ali’ye mektup göndererek ve Baf yöneticilerine ilk Sancaktar “Demir Adam” aracılığıyla müdahale ettiğini çok iyi biliyorum. Daha fazla merak edenler son çıkan romanımı okuyabilirler).
ÖRNEK ALINACAK BİR ABİMİZDİ…
Mustafa abi, Baf’taki çalışkanlığı, Beyefendiliği, öğretmenlerine ve büyüklerine karşı saygısıyla tanındı. Onunla değerli saygıdeğer Hanımı Tamay yengemizin aracılığıyla bazen sosyal medyada haberleştim. Bir keresinde de onunla, Lefkoşa Hastahenesi’nde Tamay yengemiz yanındayken karşılaştım. Baf’ın sessiz ve ağırbaşlı, örnek alınacak bir insanını çok iyi bir abimizi kaybettik.
Şimdi babası Ali Dayı, annesi Pembe abla, kardeşi dünyalar iyisi Kemal abi, öğretmeni olan babam Hüseyin Irkad, onu devamlı öğen okul ve sınıf arkadaşı Kemal Çelik’le birliktedir, buna eminim…Mustafa abiye hoşçakal derken 68 yıllık hayatımda tanıdığım en beyefendi insanlardan birini kaybetmekle üzüntümü belirtir, tüm aileye başsağlığı diliyorum.
Anısı önünde saygıyla…
Mustafa Uzun, eşi Tamay Osman Uzun ve oğlu Tamer Uzun'la...
Mustafa Uzun, sevgili eşi Tamay Osman Uzun'la Amsterdam'da Van Gogh Müzesi'nde...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR EDEBİYAT ESERLERİ…
“Hafızakırımın edebiyatla buluşması: Unufak…”
Nazlı Temir Beyleryan/AGOS
Ermeni toplumunun pek çok üyesi için sıradan, gündelik, bilinen ama çoğu zaman dile getirilmeyen, kimi zaman bir aile sırrı olarak saklanan hikâyelerin yeni sesi ‘Unufak’. Rober Koptaş’ın bu ilk romanı, Ermenilerin ‘sıradan’ olarak görülen hikâyelerinin, Türkiyeli ya da Ermeni olmayan Türkçe okur için uzun zaman üzeri örtülü kalan bir toplumsal gerçekliği su yüzüne çıkarıyor.
Ermeni olmak deyince aklımıza ilk olarak 1915 geliyor kuşkusuz. Ancak Türkiye Cumhuriyeti tarihi, soykırımın devamı olarak bir unutturma siyaseti, art arda eklemlenen ötekileştirme pratikleriyle bir amnezi serüveni olarak devam etti. Türkiyeli Ermenilerle yaptığım sözlü tarih çalışması, kavramsallaştırmak gerekirse, cumhuriyet tarihinde özellikle Ermenilere yönelik tüm bu siyasi ve gündelik toplumsal pratiklerin her şeyden öte bir ‘hafızakırım’ olduğunu gösterdi bana. Söz konusu olan, Ermenilerin toplumsal hafızasının, dilleri, kimlikleri, ibadet yerleri ve hafıza mekânlarıyla birlikte zamanda ve mekânda silinmeye çalışılmasıydı; bunun da ötesinde, yersizleştirilip yurtsuzlaştırılmalarıydı.
‘Unufak’, işte bu hafızakırımı bizlere edebiyat yoluyla anlatmaya çalışıyor. Sessizliğe mahkûm edilen Ermenilerin hayatta kalma mücadelelerini, gündelik hayatın içinde görmezden gelinen hâllerini, toplumsal alanda tabu olarak kalan ve kimlikleri nedeniyle, bazen de sırf kadın oldukları için, çoğu zaman dışlanan insanların hikâyelerini gözler önüne seriyor. Ermenilerin yersiz yurtsuzlaşmalarını, yaşadıkları topraklarda bile kendilerini yabancı hissetmelerini ve özünde bir diaspora kimliğine dönüşen bu varoluşun derin sancılarını aktarıyor.
KIRILAN HAFIZANIN UNUFAK HALLERİ…
Roman, bir yandan hayatta kalmanın gerektirdiği sessizliği ve bu sessizlikle birlikte inkâra ortak olma hâlini yansıtırken, diğer yandan her Ermeni ailenin kendi içinde yaşadığı, aktarılmış ama hiç konuşulmamış, yok edilmeye çalışılan bir hafızanın izlerini de taşıyor. Bu yönüyle ‘Unufak’ sadece bireysel değil, toplumsal hafızanın da romanlaştırılma pratiğini sergiliyor. Rober Koptaş, Ermeni kimliğinin trajedisini, tutunamayanların hikâyesini ve kimliğini ararken geçmişine dönük iç hesaplaşmasına girenlerin gerçekliğini anlatıyor.
1915 olayları ve Cumhuriyet tarihi bağlamında Ermeniler, yaşadıklarının ne olduğunu çok iyi bilirler. Bunu bir ‘hafıza kırımı’ olarak adlandıralım ya da adlandırmayalım, bu deneyim onların kolektif hafızasında derin bir şekilde yer almıştır. Romanın başkahramanı Kevork pek çok travma yaşamış, her Ermeni ailede karşılaşılabilecek türden bir karakterdir. Eğer bir Kevork yoksa, Ermeni toplumunda mutlaka bir Maro’nun hikâyesi vardır; mutlaka bir T. şehri ya da köyü... Böylece yazar, feodal bir toplumda azınlık geleneğinin nasıl şekillendiğini ve bu geleneği hangi zorluklarla yaşatılmaya çalışıldığını gözler önüne seriyor. Ayrıca, Anadolu’dan zorunlu olarak göç edip hayatta kalmayı başaran hemen hemen tüm Ermenilerin deneyimlediği bir süreci de bizlere aktarıyor. Ermenilerin yakından tanıdığı bu gerçeği işlerken, hikâyeyi, onların birlikte yaşadığı ‘öteki’nin –görmezden geldiği ya da bilmek istemediği için inkâr ettiği– dünyasına açıyor.
Bunu yaparken, meselenin aslından, kendisinden hiç bahsetmiyor; anakronizme de başvurmuyor. Romanı bu açıdan da kıymetli bulduğumu belirtmek isterim. Zabel Yesayan’ın ‘Son Kadeh’ başlıklı novellasındaki kadın karakter, ‘Unufak’ın Maro’sunda vücut bulmuş âdeta. Zaven Biberyan’ın, ailelerin parçalanışına dair metaforları bu romanda kendini yeniden gösteriyor. Hafıza kırımı meselesi tam da bu noktada belirginleşiyor. Yeni ama aynı zamanda tanıdık bir hikâye, hep bilinen, işlenen, aktarılan fakat bu sefer Türkçe yazılmış bir gerçekliğin anlatısı.
İNKARIN SESSİZLİĞİNDEN YANKILANAN BİR SES…
Türkçe okuru için bu romanın özellikle ilginç olduğunu düşünüyorum. Ermenice edebiyatta benzerleri mevcut olan bu hikâyenin Türkçe olarak yazılması ve anlatılması, içinde bulunduğumuz dönemde sanırım bir ilk. Nichanian “Felaketi ancak edebiyat anlatabilirdi” derken özellikle Oşagan’ın eserlerinden hareket eder ve 1915’in ancak sanat yoluyla anlatılabileceğini savunur. Bunun nedeni, felaketi ifade etmenin pek çok açıdan son derece zor olmasıdır. Bu bağlamda, Rober Koptaş’ı Türkçede bu anlatımı başlatanlar arasında saymak yanlış olmaz. Özellikle soykırım sonrasında, felaket ve onu takip eden ve süregiden felaketler Türkçede çok sınırlı bir şekilde anlatılmıştır. Bunun arkasında, bir inkâr toplumu içinde yaşıyor olmamızın bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.
Ancak bu romanda, inkârın topluma ne kadar köklü bir şekilde nüfuz ettiğini en başta fark etmiyoruz. Bu, yazarın bilinçli bir meydan okuma refleksi mi yoksa uzak durmaya çalıştığı bir yaklaşım mı, insan düşünmeden edemiyor. Anlatı ilerledikçe, Ermenilerin dahi nasıl bir inkâr refleksi ortamında doğup büyüdüklerini, bu inkâr ‘habitusu’nun bir parçası hâline geldiklerini yüzümüze vuruyor. Talin Suciyan’ın ‘Modern Türkiye’de Ermeniler’ başlıklı kitabında (çev. Ayşe Günaysu, Aras Yay., 2019) bahsettiği gibi, Ermeniler bazen istemeden de olsa sessizlikleriyle, gündelik yaşamlarındaki tutumlarıyla bu inkâra dâhil oluyorlar; bu durum ‘Unufak’ta da karşımıza çıkıyor. Marc Nichanian’ın şu sözleri geliyor aklıma: “Çünkü hayatta kalmak, inkârı gerektirirdi…”
Bu bağlamda, romanda yer alan, Anadolu’daki yıkıntılar arasındaki kilise betimlemesi çok etkileyici. Kimsenin giremediği, belki her gün önünden geçtiği hâlde fark etmediği, tel örgülerle çevrili kilise ve hafızanın farklı katmanları arasındaki sessiz geçişler, derin bir anlatım oluşturuyor. İnkârın sessizliğinden yankılanan derin bir ses gibi...
YERSİZLEŞME YURTSUZLAŞMA SÜRECİ…
Romandaki en önemli temalardan biri de yersiz yurtsuzlaşma meselesi. Baştan sona, Ermenilerin, otokton bir toplulukken, doğup büyüdükleri topraklarından uzaklaşarak bir diaspora toplumuna dönüşmesinin hikayesi anlatılıyor. Göçe zorlanmış bir halkın, İstanbul’un içinde nasıl iki kez yabancılaşmış olduğunu görüyoruz; hem Ermeni toplumunun farklı sosyoekonomik sınıfları içinde, hem de daha geniş toplum içinde, Anadolu Ermenileri olarak ‘öteki’ konumundalar. Çoğu zaman, kendi ötekisinin de ötekisi ya da iç içe geçmiş birçok katmanı olan bir ötekilik...
Bir anlamda, diaspora olma gerçeği bu. Ermenicede ‘ıspürk’ kelimesi ‘dağılmış, parçalanmış, dünyanın dört bir yanına savrulmuş’ anlamına geliyor. Yani, kitabın başlığının ta kendisi: Unufak. Bugünkü Ermeni halkının durumunu mükemmel bir şekilde yansıtıyor bu kelime.
‘Hafızakırım’ kavramının, bireysel hafızadan kolektif hafızaya kadar yayılan katmanlarını açığa çıkaran, sessizliğin içindeki çığlıkları duyurmak için önemli bir ilk adım olan bu eser belki de, hafızanın derin yaralarını anlatacak yeni romanların habercisidir.
Kim bilir, Rober Koptaş bir sonraki romanında, yaşadığımız yeni ‘dağılma’lar ya da սփիւռք/ներ üzerine yazmaya devam eder belki.
(AGOS - Nazlı Temir Beyleryan – 16.12.2024)