Ulus IRKAD
(Çok değerli araştırmacı-yazar arkadaşımız Ulus Irkad’dan, Baf’ın entellektüel kadınlarından sevgili annesi Aysel Irkad hakkında bir yazı kaleme almasını istedik sayfalarımız için... Rumca’dan Türkçe’ye kitap çevirileri de yapmış olan, pek çok iki toplumlu etkinlikte Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum kadınların seneler boyunca diyalog kurmasını sağlamak maksadıyla toplantılarda canlı çeviriler yapmış bu olağanüstü kadının katkılarını görünür kılmak maksadıyla, oğlu Ulus Irkad’ın onunla ilgili yazısını üç bölüm halinde yayımlıyoruz... Ulus Irkad’a bu yazı için çok teşekkür ediyoruz... S.U./YENİDÜZEN).
Baf’ın entellektüel kadınlarından sevgili annem Aysel Irkad anlatmaya devam ediyor:
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI ESİRLERİ; MİDA VE EOKA’NIN EYLEMLERİNE BAŞLAMASI
“EOKA, biz çadırların içindeyken eylemlerine başladı. Eylemlerine devam etti. Ancak, biz yani aile olarak, EOKA’dan da zarar görmedik, çünkü babamı iyi tanıdıkları için bir Rum köyünde bulunduğu bir gece, bir de akrabası gitti tahsildar, onu da misafir etti babam ama orada vakit geçirirlerken, baktılar ki başlarından bir kağıt geldi; babamın kucağına düştü, mektupta babama:
“Efendi,
Misafirini al ve eve git, sen misafirini alıp eve git, sizin için birşey yok” denmekteydi. Bu sırada içeriye maskeliler girmiş ve herkes panik olmuştu, babam hayatı boyunca bize bu hikayeyi anlatırdı. Tabii bu arada birçok köyler gezdik, En çok Arminu halkıyla dostluk kurmuştuk. Arminu’da Gomodromolar vardı, Gomodromo ailesi vardı, onların bir kızları Patrokli diye bir beyle evliydi, kızları vardı Andonitsa, Athinulla ve oğluları vardı. Neyse çok iyi arkadaştık, hatta Patrokli’nin babası papazdı ve Patrokli’yi de papaz edeceklerdi ve biz de o sırada köyde olduğumuz için kızları ve oğluları İanti beraber, kiliseyi süsledik ve papaz olduğu gün biz de Patrokliler’le kilisedeydik. Kızlarını kızkardeş gibi görürdük. Onlar bizde yatar, biz de onlarda yatardık. En çok gittiğimiz köy Arminu, Salamyu, Celocera ondan sonra Ayanni, Filusa, Aynikola, Simu, Anaridalar, Susuzlar, bütün bu köyleri zamanında gezdik, hatta Susuz’a gittiğimiz zaman, o zamanlar Midaların zamanı olduğu için yine kaçak olarak dağlara çıktılar, Ornihari ve Gostandino vardı aralarında, Gostandino’nun karısıyla annem çok arkadaştı. Baf’ta son zamanına kadar gelip bizi ziyaret ederdi. Mida’dan sonra hepsi birden tutuklandı ve biz o zaman tabi kaçaklar olduğu için ve bir de Susuz’da dere olduğu için bir de sıtma çok yaygındı, o köye gittiğimizde köyün içinde kalmamızı istemediği için babam, İngiliz bize iki üç tane çadır kurdu Fasulla ile Susuz arasında… Otururduk ve Allah rahmet eylesin şimdi o da rahmetli oldu, Pembe ablamın annesi bizimle kalıyordu, ve bir gece ailemden ayrılmak istemedim, onunla birlikte eşeğe binip Fasulla’ya gittim. O zaman üç-dört yaşındaydım. Hatırlıyorum, kazanlar üzerinde pekmez yapıyorlardı, kızı Pembe abla, şimdilere kadar komşuluk yaptık ve o zaman genç bir kızdı, nişanlısı Durmuş Efendi de İngiliz askeriydi o zaman. Almanya’da esirdiler. Onu öğrendik... Almanların eline esir düşen dayım vardı. Dayım 1946-47 yıllarında geri dönmüştü. Tabii gelirkenden, yaşı ilerlediği için Mavrali’nin kızıyla evlendi. Çocukları oldu, Soner, İlker Dudu filan… Tabii o zamanlar da Rumlar’la Türkler arasında ilişkiler iyi değildi. Rum köylerine gittiğimiz zaman Rumlar bizlere daha fazla yakınlık gösterirdi. Akrabalar birbirine kıskanır, küserdi, Mesela Dayımı esaretten geldiği zaman gördüm, çünkü askere giderken en küçük beni bıraktığı için beni sordu geldiğinde; ama ne düğününe gidebildik ne de ailesi ile karışabildik, işte beyim çocukları okuttuğu için beyimi seviyorlardı, bu yüzden çocuklarla iyi ilişkimiz vardı. Kendilerini arasıra görüyorduk. Ben kendimi bildiğim zaman Ülkü Yurdu, “Beş tane” isminde şişman bir beyindi, orası, o zamanlar kabarelerde çalışan Türk- Rum sanatçı kızlar vardı, bahçesinde müzik çalar ve dans ederlerdi. Ama dayılarım bizi orada bırakmazlar, biz yine de seyretmeye giderdik ama dayılarımız bizi görünce bizi katarlardı görmeyelim onları diye. Tabi bütün çocuklar uçurgan yaparlardı. Savaş zamanında uçurganlara ışık yapmak yasaktı. Bu ancak barış zamanında oluyordu. Hatta çocuklar da uçurganlara ışık komaktaydılar. Savaştan sonra yaparlardı veya gündüzün Vikla dediğimiz yere çıkarlardı çünkü orası havalıydı, hatırlıyorum orası hep harmandı. Oraya hiç çıkmazdık. Orasını 1964 sonrası gezme yeri ettik.”
BAF KÖYLERİNDE...
“Savaş zamanında harmandı ve çocuklar orada uçurtma yapar ve eğlenirlerdi.Vikla’nın aşağısında Rum bahçeleri vardı. Biz Andivoni’yi çok sevdiğimiz için hemen hemen her gün onun bahçesindeydik. Böyle güzel bir zamanlarımız geçti, bir ara babam Yeroşibu’nun altında bulunan havaalanını tamir ederken biz Lukrunu diye bir köycükteydik. Yalnız başına kalıyordu, biz, dedem, nenem ve annem ve de dayılarım o Lukrunu köyünde kalırdık. Yüksek bir yerdeydik ama aşağısında bir deresi vardı ve sel dere ile indiği zaman kattiyen yola çıkamazdık. Derenin dinmesini, inmesini bekleyecektik ki ona göre dışarıya çıkalım. Poli’de de çok gezdik hatta orada birgün bir at kaçtı. Arabadan beyaz bir at, nasıl olduysa annemle kaldırıma çıkarken annem elimi bıraktı, o zaman üç yaşındaydım, gözümü açtığım zaman atı üstümde buldum, beni çiğniyordu. Bazı yerlerimi yaraladı. Evrettu’ya da gidip oturduk. Bir gün yine Evrettu’da, oradan eşeklerle Poli’ye giderken, terzi ve hala daha sevgisi içimde olan bir Bey vardı, onu muhakkak görmek istiyordum ve beni eşeğe koyup, babam annem götürürlerdi çünkü o zaman arabalar yoktu. O İhsan Dayımı ziyaret etmek için giderdik çok sürmedi onun ölümünü de duyduk. O zamanlar verem salgını olduğu için vereme tutuldu ve öldü, hala daha acısını içimde duyarım. Kendisini çok severdim. İkinci Dünya Savaşı’nda köylere çıkmıştık ya, mesela Hanım Abla da vardı. Onlar da Hırsofu’da kalırdı. Çocuk etmediği için Sabriye isimli bir kız beslerdi. Ben hemen hemen onunla beraber büyüdüm. Birbirimizi çok seviyorduk. Onlar da devamlı bize Lukrunu’ya geliyorlardı. Çünkü Lukrunu çok uzak değildi. Hırsofu’dan sonra bir yamacın üzerine kurulmuş küçük bir köydü. Onlar bize geliyordu, biz onlara gidiyorduk. O zamanın eğlenceleri bunlardı; birbirimize misafirliğe giderdik. Hırsofu’yu o zaman tanıdım. Ancak Hırsofu’da Osmanlılar’dan kalan kerpiçten yapılmış hanlar vardı. Çünkü Türk zamanında Poli o köylerin ortasında merkez bir köydü, o köylerin ortasında Kasaba gibiydi. Rumcası “Boli”, biz “Poli” derdik, “Boli” Kasaba demektir. Çok büyük bir kasabaydı ve Rum-Türk orada da insanlar karışık otururlardı. Bütün o köyleri dolaştık, kasabada, kıskançlıklar vardı ve bu kötü huy ailelerin arasında bölünmeler yaratıyordu ama yine de küçük bir yer olduğu için herkes çok samimiydi. Herkes muhakkak birbirine akraba düşerdi...”
KARPAZ’IN KALEBURNU KÖYÜ’NDEN ÇIKAN BİR İNGİLİZ DÖNEMİ YOL MEMURU; HAMZA ERDOĞAN...
“Babam esasta Kaleburnulu’ydu. Larnaka ve Lefkoşa’da büyüdü. Onu Kenanlar besledi, İdadi’yi de okudu. Kasaba’ya memur olarak atandı ve Kasaba’ya gelince annemle evlendiler ve Baf’ta kaldı. Köyü Kalebunu’na yalnız tatillerde giderdi ve köyde amcaları, halaları ve yeğenleri vardı. Beppeiler, Bodiler, Gusellalar, Nazife Halası ve yeğeni Furiya falan... Muhakkak her yılbaşı 15 gün tatili vardı, köyünde geçirirdi tatilini. Bu arada yolda yıpranan el arabaları, çapalar, guspolar şunlar bunlar… Onlar tamirat istediğinde, yılbaşı tatilinde bizim çıkmaz sokak vardı, annemin evine girerken, bütün bu çıkmaz sokağın içine sıralanırdı onlar, ta ki tamir edilsin ve tekrar gittiği köye götürsün…Babamın işi hep köylerdeydi.”
BAF’TAKİ AİLELER,OKUL VE GEZİLECEK YERLER
“Baf’ta birçok aileler vardı. Bizim mahallede Zibalar, Fatma abla, Ayşe abla…Bizim mahallemiz Mutallo’ya uzak kalırdı. Bizim mahallemiz esas caminin yanındaydı. Mutallo’ya Yukarıya derlerdi ve Vikla’nın olduğu yer Mutallo’ydu. İlkokula gittim ve sesim güzel olduğu için bütün şarkılarda başroldeydim. Ben gitmeden okula tatili Cuma günleriydi. Pazar günleri bizim okulumuz vardı. Birkaç sene böyle devam etti. Pazar günü tatiline ondan sonra geçtiler. Tabi o zaman da Pazar gün olduğu için tatilimiz, Panorama vardı, Petro’nun pastahanesi vardı, herkes Rum-Türk oralarda otururlardı. Artık pencereden atlayan annesini babasını bulsun diye oraya giderdi. Böylece tatilimizi pazara çevirdiler. Hatta ben okula gidene kadar aylar bile eski Türkçe-Arapçaydı; Birinci Teşrin, İkinci Teşrin, Cemaziyel, diye... Ben okula gittikten sonra Ocak, Şubat, Mart başladı. Babam hem eski Türkçe biliyordu, hem yeni Türkçe biliyordu, hem Kuran’ı okudu, İncil’i okudu ve papazlarla bile münakaşaya girişiyordu Rum köylerine gittiği zaman, çok güzel bir Rumcası vardı, ancak ben ona arasıra takılırdım ve derdim ki “Baba İngilizce de biliyorsun da niye raporlarını hep Rumca yazıyorsun?” O da bana “Kızım İngilizceyi günlük hayatta kullanmıyorum, bu yüzden Türkçe ve Rumca konuşuyorum, yoksa İngilizcem de en az onlar kadar kuvvetli” derdi.”
OKULA GİDERKEN…
“Okula gittiğim zaman, o zamanlar Sömürge İdaresi olduğu için Türk bayrağı çekmek yasaktı. İngiliz Marşı’nı veya Kral Marşı’nı söyleyerek İngiliz Bayrağı’nı çekerdik. Rumlar Yunan Bayrağını çekerlerdi. Onlar Yunan Bayrağını kullanırdı. Biz de sadece 19 Mayıs ve 23 Nisanlarda müsamere yaptığımız zaman ve hatta mahalledeki okuldan, polisin yanındaki okula, çünkü oradaydı sahamız, o okulun sahası vardı, giderken bayraklarla giderdik, Türk bayraklarıyla, Ancak Türk Bayrağını kullanmamız için, okuldaki müdürün Kaymakamlık’tan izin çıkarması gerekirdi. Bir de şunu hatırlıyorum; bir Türk öldüğü zaman, birbirimize o kadar saygımız vardı ki, cenaze geçtiği zaman Türkler ve Rumlar hazırol vaziyetinde dururlar, cenaze geçene kadar kaldırımın üzerinde dururlar, selam verirler ve kattiyen birşey yapmazlardı. Türklere gayet kibar davranırlardı. Ben onun için diyorum, şimdi niye birbirimize düşman olduk? Niye yani ben Rumca bildiğim halde çocuklarıma bir tek kelime Rumca öğretemedim? Bu büyük bir yanlışlık değil mi? Adada beraber yaşadığımız insanların lisanını bilmesin çocuklarımız… İngilizce Fransızca öğrenirler, Rumca’yı niye öğrenmesinler? Halbuki benden sonra açılan okulda çocuklar üç sene Rumca’yı da öğrenirlerdi. Okurlardı o zaman… Çünkü memur olacakları zaman kendilerine sorulurdu ve Türkçe, Rumca ve İngilizce’yi bilmeleri lazımdı. İngilizce derslerine o kadar önem verilirdi ki ilkokulu bitirdiğimiz zaman bir İngiliz’le anlaşabilecek derecede İngilizce biliyorduk. Birçok memurlar ilkokulu bitirdiği zaman bile iş bulabilirdi. Eğer Rumcası ve İngilizcesi varsa Hükümet işlerinde iş bulabiliyordu. Hatırlıyorum; Yorgos Bababetru vardı, onun kızları vardı Lella, Lulla, Stella onlarla birlikte bize babalarımız Yunanistan’dan gelen kısa boylu bir müzisyen tuttular, bize mandolin öğretirdi. Ancak oramıza, buramıza dokunmak istediği için, o Atinalı bir öğretmendi, ben vazgeçtim, hoşuma gitmedi, mandolin dersi almaktan vazgeçtim.”
BAF’TAKİ GEZİLER
“Yine hatırladığım; mesela herkesin Pazar günleri gidebileceği yerler hep polisin etrafındaydı. Petro vardı, Driano vardı, ondan sonra Bibercikler vardı, daha yukarıda polisi geçtikten sonra sağa giden yolda Panorama vardı, karışık Rum-Türk aynı masada oturur tatlımızı yerdik… Ondan sonra da oradan Kaymakam’ın evinden geçerek Yeroşibu’ya kadar o pazar yolumuzdu. Hep beraber oraya yürürdük. Yeroşibu’ya kadar…”
OLAYLAR BAŞLARKEN
“1950’lerden sonra korkmaya başladık, milliyetçilik duyguları, Rumlar “Enosis”i ister ve Yunanistan’a bağlanmak isterler, İngiliz de der; “Onlar Enosis ister, siz de Taksim isteyin….” Bizimkiler de taksim istediler, bu sefer de Türk ve Rum tarafı ayrıldı. Hatta ben son Rum tarafında olan, kocam ilkokul öğretmenliğinden sonra Ankara Gazi Eğitim’den mezun olup da Baf’a gelince, Mullaahmetler vardı Susuzlu, onların evini kiraladık, oturuyorduk, Çeleboların bahçalarının üst tarafındaydı evimiz, Çelebolar da beni tanıdıkları için, ustaya da o mahallede giderdim, terzilik öğrenmek için, çok güzel komşuluklarımız oldu, Çelebolar bize yardımcı oldular, çocukların salıncaklarını kurdular, kum getirdiler, kum havuzu yaptılar, devamlı konuşurduk temastaydık ve 1974’te savaşta, bizi Mutallo’daki sahaya götürmek için evden baktığın zaman Rum askerleri arasında, ilk önce karşıma çıkan gene Çelebolardı, Bana sordular:
“Hanım tamamsın, çocuklara birşey olmadı ya?”
“Korkmayın, şimdi gidin sahaya, size hiçbirşey olmayacak” dediler ve ondan sonra bize epeyi yardımları oldu. Baf çok küçük bir yer olduğu için Türkler arasında da samimiyet vardı ve birbirimize de yardımcı olurduk. Biz memur olduğumuz için Türkiye’den gelen yardımlara rayşon derlerdi, Türkiye’den gelen yardımlardan biz faydalanamıyorduk. Bir-iki ayda bir Serdar dediğimiz biri Lefkoşa’ya gidiyor ve her memura 20KL para-maaş getiriyordu. Bu 1964 sonrası oluyordu. Türk tarafının 1950’lerden sonra ayrıldığını söylemiştim. Bu arada beyim de 1969 yılında British Council’dan bir burs kazanmıştı. Ancak bizi yalnız bırakıp da o karışıklığın içine gitmek istemedi; ancak bir hanım o sınava girmediği halde, onu seçtikleri için itiraz etti, kocama haber yolladı, ne demek o da ben bu sınava girmedim de seni yedek koydular, çabuk git ve konuş Maarif’le diye ve beyim Maarif’e giderek konuştu ve gitmeye karar verdi. İngiltere’ye giderek Cardiff Üniversitesi’nde daha üst bir etüd yaptı. Hatta o zaman kendisine teklif de ettiler; “Kal seni üniversiteye yerleştirelim” de, o da “Benim çocuklarım, karım, ailem var sonra vatan haini sayılırım eğer bırakırsam memleketimi böyle zamanda” diye. Döndü kasabaya geldi, 1974 yılına kadar olayları orada yaşadık, bir Rum’la selamlaşmak bile yasaktı. Onlar da bizimle selamlaşmaktan korkuyordu. Şimdi okuduğum bir kitap vardır; “Hristagis Tabakkui” diye birisinin kitabıdır, aynı bizim çektiğimiz sıkıntıları onlar da çekti bu iki halk milliyetçilik yüzünden birbirine düşman oldu, evlerini yutlarını kaybettiler, her taraf kayıp verdi, Allah bize bir daha öyle birşey göstermesin.”
Aysel Irkad (soldan ikinci) Kıbrıslırum arkadaşları Hacıgrigoriu ailesiyle...
Aysel Irkad bir konferansta, Baf'taki Kıbrıslıtürkler'le Kıbrıslırumlar'ın dostluklarından örnekler verirken...
(Devam edecek)