Politik bir yazı yazmamaya kararlıyım bugün. Sakin, telaşsız, mesaj verme derdi tasası olmayan bir yazı… Bir bahar yazısı…
İstanbul uzun ve sıkıcı bir kışın ardından baharın fıkır fıkır davetkâr hamlelerine daha fazla dayanamadı. Erguvanlar, bahar dalları ve yeşilin her tonu sokağı kuşatınca, kediler miskinleşip damlardan inince, hele ki genç kızlar hafif rüzgârda eteklerini savurmaya başlayınca anladı ki İstanbul, bahar geldi…
Baharı gençlere yakıştırırlar en çok. Ne yalan söyleyeyim ben de öyle bilirdim bir zamanlar. Ak saçlıların yollarda durup bahar dallarına uzun uzun gülümseyerek bakmalarının nedenini anlamazdım pek.
Bir Yılmaz ağabeyimiz vardı, birkaç yıl önce yitirdik. Bilge, çelebi bir adamdı.
Güneyde, iki yanı zakkumlarla bezeli bir yolda, başımı elimdeki kitaba eğmiş arabayla giderken usulca kitabı alıp kapatmıştı bir akşamüstü.
“Biliyorum, telaşın çok, söyleyecek söz biriktiriyorsun biriktirmesine ama neyi kaçırdığının farkında mısın?” demişti. Şaşırmıştım.
Gözüyle dışarıyı gösterip “Bak, görüyor musun?” deyince kayıtsız bakışlarla yolun iki yanında akıp gitmekte olan zakkumlara şöyle bir bakarak “Eee? Zakkumlar işte? Güzel?” dediğimi hatırlıyorum.
Yılmaz ağabey, kaşlarını kaldırıp “hayır Sinan’cığım, bahar… Ömrün boyunca kaç bahar görebileceğini biliyor musun?” diye sordu. Şaşaladım… Hiç düşünmemiştim? Sahi? Kaç bahar görebilirdi bir insan ömrünce? Kaçıncı baharımdı? Ve en önemlisi… Kaç baharım kalmıştı görebileceğim?
O gün bugündür İstanbul’un süsü erguvanların açışını kaçırmamaya, ilk bahar dalının patlamasını izlerken gülümsemeye, eskiden dudak büktüğüm ama çoktandır baharın müjdecisi saydığım Hıdrellez paralarını biriktirmeye özen gösteriyorum. Çoktandır her bahar, sevgili Yılmaz ağabeyin yıllardan süzülmüş o bilge uyarısını hatırlıyorum: “Bir insan, ömrü boyunca kaç tane bahar görür?”
Gençler hiç bitmeyeceğini sandıkları gençlikleriyle artık sırasını savdığını düşündükleri ak saçlılara karşı sabırsız ve nobran davranırlarken, durup tadını çıkara çıkara bahar dallarını izlemeyi hayli önemseyen ak saçlıların yüzlerindeki gülümsemeyi anlayamazlar çoğu kez.
Onlardan çok daha kara ve uzun kışlar görmüş olmanın bilgisidir oysa bu telaşsızlık. Kışın uzun, baharın kısa ve tatlı olduğunu; bundan dolayıdır ki yeşilin geçmişteki her yürüyüşünün değerini bilmenin farkındalığıdır bu…
Kimi insan çabucak ihtiyarlığa teslim olsa da, en azından benim tanıdığım, sevdiğim bir çok insan yaş almayı, ihtiyarlamak olarak görmüyor.
Neden biliyor musunuz? Onca badireye rağmen insanın ruhu hiç yaşlanmıyor. Saçlara ak düşse de, yüzümüze yılların çizgileri yerleşse de, yüreğimiz yorgun düşüp ara sıra teklese de, ruhumuz hâlâ bir delikanlı. Hâlâ sevmeye hazır, hâlâ pankartları kapıp sokakları aşındırmaya, yol kenarında top sektiren çocuklarla koşturmaya, bir dudak kıvrımının en kenarına öpücük kondurmaya, tüm düş kırıklıklarına, tüm ihanetlere rağmen hayatı değiştirmeye hazır…
Bahar dallarının tomurcuklanmasını izlemenin keyfini bilenler için yaşlanmak diye bir şey yok çünkü…
Kışınız ne kadar sert geçmişse, baharı o kadar güçlü arzular, o kadar sevinçli karşılarsınız çünkü…
Sadece telaşınız, sabırsızlığınız yerini, “bilmenin getirdiği bir dinginliğe” bırakır. Öfkeniz, ateşiniz, direnciniz bitmez ama… Aksine, kırılan onca dalı görmüş olmanın bilgisi, baharı da kışı da sakin ve akılla kucaklamayı öğretir size.
Sevinciniz, endişenizle hal-i hamur olur. Vakitsiz açan tomurcukların başına gelenleri bilmenin endişesidir bu. Yılların bilgeliğinden süzülmüştür telaşa karşı telaşsızlığı telkin etmek. Telaşsızlık, eylemsizlik değil, akılcılıktır zira…
Taze fışkınların telaşlı hırçın çıkışlarını sabır ve sakınmayla izlersiniz.
“Aman ha, telaş etme, zaten gürleşecek, yeşerecek, güçlenecek, meyveye duracaksın. Aman ha, sakın vakitsiz açılıp saçılma, sakın aldanma… Telaş etme, aldanma ki sert rüzgârlarda savrulup gitmeyesin. Telaş etme, aldanma ki kırılmayasın.”
Hoş, bilirsiniz… Nafiledir… Tomurcuklar telaşla açacak, çoğu ilk sert rüzgârda savrulacaktır. Gençler, yaşlılarının sırasını savdıklarını ve artık geleceğe dair hayal kuramayacak kadar yorgun olduklarını, hayatı dönüştürme gücünü çoktan yitirdiklerini zannetmeye devam edecektir… Bahar kısa ve aldatılmaya çok açıktır çünkü… Ve gençlerin durup bunu düşünmeye, kışın bilgisiyle baharı sakınmaya ne sabrı, ne zamanı vardır…
Bırakınız o halde, savrulan telaşıyla savrulsun… Biz biliyoruz ki önümüzde hâlâ karanlık ve uzun kışlar olacak… Deli fışkınlar kendi telaşlarına düşseler de bizim telaşımız ağacı, bahçeyi korumak. Çünkü her bahar yeni fışkınlar çıkar, bir çoğu kırılıp gitse de, aralarından mutlaka sağlam dallara dönüşür bir kaçı… Her bahar yeni yapraklar yeşerir ve kışın sert rüzgârı başladığında yeller eser yerinde… Aslolan ağaçtır… Ağacı korumaktır.
Son cümleyi yazmadan önce penceremin önünde meyveye durmuş eriği izlerken kapımdan geçen genç çiftle göz göze geldim. Şöyle bir bakıp geçtiler önümüzden. Benim, kucağımdaki kedinin, sokakta meyveye durmuş eriğin…