“Onurunu kaybettikten sonra, yaşamaktan daha feci bir ölüm olur mu?”
J Rousseau
“Dimağ” bilinç demektir.
Sevdiğim bir isim.
Yarı(m) yurdumda en temel eksiğimizdir.
Ev içlerine ve siyasi derinliklere doluşan “bilinç”ten çok daha fazla “bilmişlik”tir.
* * *
Çocukken anlattıkları bir hikâye vardı, hani çobanla şair buluşuyor ve gecenin bir vakti, birlikte gökyüzüne bakıyorlardı.
“Gözlerini sıkı sıkı kapat” diyordu şair ve soruyordu: “Ayı şimdi de görüyor musun?”
“Başımı indirip gözlerimi kapadıktan sonra ayı nasıl göreceğim?” diyordu çoban.
Şair “Ben onu şimdi eskisinden daha iyi görüyorum” diyerek böbürleniyordu.
* * *
Bu adanın kuzeyinde, şimdiki paslı haliyle gelecek görmek için şairlik de işe yaramıyor.
* * *
Bakmak ve görmek farklıdır, bilirsiniz.
Bakmak, illaki görmek değildir.
Toplum olarak “bakıyoruz” bizler.
Hani kaba bir ifadeyle anlatırsak “aval aval bakıyoruz.”
Görmüyoruz.
* * *
Kimi zaman körlüğümüze geliyor, görmüyoruz!
Çoğu zaman görüyoruz da görmezden geliyoruz!
Kimi zaman görmek istemiyoruz!
* * *
“İş işten geçti” derler.
Epeyce oldu.
Terlemeden kazanırken oldu.
Nice haksızlığı meşrulaştırırken oldu.
Yalanı, talanı, bencilliği köpürtürken oldu.
Baktık ama görmedik.
Görmek istemedik.
Gördük ama ses etmedik.
Ya da “kendimizi” gördük sadece!
İkiye yarılmışlığımızı göremedik.
* * *
Bir başkasının mateminde bayram yaptığımızı göremedik.
Hayat alanlarımızın birer birer kuşatıldığını göremedik.
Görmedik birer birer ideallerin öldüğünü, ütopyaların kaybolduğunu, kimliklerin yittiğini, seslerin silikleştiğini, yüreklerin sinikleştiğini ve kaybolduk.
Düşlerin dahi bireyci menfaatlerle örüldüğünü, maaşa ve bareme köleleştirildiğimizi görmedik.
* * *
Şimdi diyoruz ki, bakıyoruz ve bir gelecek görmüyoruz.
Onca baktıklarımızı ve onca körlüklerimizi unutarak...
* * *
Kıbrıslı büyük şair Fikret Demirağ’ın dizesiyle, “sonra yalanlardan doğruları ayıklayan bir zaman geldi”
O zamandayız…
Onursuzca yaşamak kadar feci!
Neredeyse 50 sene önce!
1971 Mayıs’ında Lefkoşa…
Bu fotoğrafı Yusuf Karayusufoğlu’nun arşivinden aldım.
10 Kasım’ın ardından özellikle paylaşmak istedim.
Bugünkü Türkiye için “Atatürk Türkiyesi” tanımı herhalde biraz fazla iyimser olur.
Kıbrıs ise hep farklıydı.
Hem “Atatürk devrimlerini Kıbrıslı Türkler en önce uyguladı” diye anlatılır.
Hem de bir İngiliz etkisi vardı, bir çok kültürlülük farkı…
...
Her daim yinelerim, “Kıbrıs başka bir ülkedir.”
Bunu kabullenmedikçe işler tatsızlaşır.
Oynasalar da yüreğim yanmaz!
“Zorba” müzikalini izlemeye gittiğimiz gece adeta yalvardım: “Ne olur, biz de başlayalım.”
Fatoş (Giritli) benim otuz senelik dostum, uzmanlığı da halkların dansı…
Geçmişte yine sirtaki, zeybek gruplarına eğitmenlik yapmıştı.
“Tamam” dedi, “Gençlik Merkezi’nde başlıyoruz.”
Üstelik gruba da “30 +” adını verdi.
Öyle ya, çoluk çocuğa maskara olacak değiliz!
Henüz tek kez buluştuk ama o birkaç saatte dünyanın derdini unuttum.
Şunu fark ettim bir de…
Ya bu ülkede kadın nüfusu erkekleri dörde, beşe katlıyor.
Ya da “beyler” meyhaneden ve maç izlemekten başını kaldıramıyor.
Dans için 40 kadın gelmişse, 4 erkek vardı.
* * *
Gazeteciliğin en berbat yanı şudur.
Kimselere söz veremez, hayatınıza rutinler yaratamaz, plan yapamazsınız.
Pazartesi akşamları bizim dans gecemiz.
Öyle anlaştık.
İkinci geceyi de iple çekiyordum.
Akıncı’nın basın konferansı varmış.
Tam da “sirtaki” saati!
Hade bakalım…
Kıbrıslı liderler de oynasa yüreğim yanmaz.
Ne oynarlar gördüğünüz gibi ne de oynatırlar!!!
Notçuklarım
Gürül gürül akan pınarlar vardı ve daha az insandık, daha az nüfus...
Beton daha azdı. Metal daha az…
Gülümsemek daha çoktu…
____________
<<… Ya kızıyoruz ya alkışlıyoruz.. Ortası koptu gitti hayatın!>> (Metin Üstündağ)
____________
Mezarlıklarda camlarını kırıp araçları soyuyorlar. “Ölüden korksak mezarlıktan geçmezdik” sözü aklıma geldi. Siz “diri”den korkunuz, her yerde…
____________
Bir daire müdürü anlattı: Tuvaletin içindeki ampulü çalarlar mı? Çalıyorlar. “Donuna sahip çık” diyecektim, diyemedim.
____________