Neriman Cahit
Uzun süredir gidememişiz Vasilya’ya… O yüzden denize hasret kalmışım… Sadece, o güzelim rengine değil… Devinimine ve her an değişen her türlü haline…
Aslında, Vasilya’dan ayrıldığımızdan bir gün sonra gitsek, ben yine hasretle koşarım denizin o capcanlı mavisi ve devingenliğine…
Ama, bu kez hayli açıldı ara…
Ve hasretim yalım yalım yakıyor beni…
Tüm bunlar gelişip çoğalırken ‘hasret çantamda’, akşam da TV’de deniz yaratıklarını konu alan bir film çıkmaz mı karşıma… Ne başımdaki sinüziti düşündüm, ne de burnumdan sızan kan pıhtılarını… Oturdum televizyonun karşısına…
***
Ohh, denizi seyrediyorum… Ve de gökyüzünü… O kocaman dalgaların çizdiği bembeyaz köpüklü hayalleri… Ve onları çizen güzelim denizi…
Durup düşünüyorum: Ne değişiyor doğan günle batan gün arasında diye…
Ve, ne değişiyor, onca ölüme, acıya ve zulme rağmen… Döndükçe dönüyor her şey… Deniz çırpınıyor… Onca zamanın kirini çitileyip atmak istiyor sanki…
Yeni düşler, hep yanı başında duruyor insanlığın… Biriken şeylerin kendine verdiği o ağır acımasızlığın, ‘al takke ver külah’ olamamanın tanısız ve tanımsız boşluğu… ‘Neden, Niçin?’ sözcükleriyle beynimizi sorgulayan onca soru… Ve, her gün… Ve yanıtsız…
TARİHİN EN ESKİ MEKTUBU…
Birbirimizi anlamıyor – anlayamıyoruz…
Çünkü, bunun için bir emek harcamıyor, “insana ve mekana tutsaklığı” daha bir büyütüyoruz gün be gün…
İnsan… İnsanlık… Ve, ne Tanrı ne din, ne zaman, ne cennet, ne cehennem, ne eza, ne cefa… Onca acı hiç yaşanmamış sanki…
Cinayetlere, katliamlara Tanrı’yı alet eden vahşet!!!
* * *
Tarihin, bilinen en eski mektubu, Hattuşaş (Boğazköy) kazılarında bulunmuştur…
Asurlu Lamasai, Kaniş’te oturan tüccar Pusuken’e şu mektubu yazar:
“Biliyor musun, insanlık ne kadar kötüleşti. Kardeş – kardeşi yiyecek. Herkes, komşusunu yutmaya çalışıyor. Buraya (Asun’a) gelme onurunu bize bağışla. İş sorununu kes. Küçük kızı, Tanrı Asur’un kucağına ver… Ah, kentte (Asur’da) yün çok pahalı… Kız kardeşin, sen gittiğinden beri iki ev yaptırdı. Acaba, biz ne zaman yapacağız?
Assur-Malik’in, sana daha önce getirdiği kumaşların parasını bana niye yollamıyorsun?”
MEKTUP NE KADAR SICAK…
Milattan önce II. bin yılda yazılmış mektup ne kadar sıcak ve istekler ne kadar samimi, değil mi? Sanki herhangi bir lokalde, araba arsa muhabbeti yapan günümüz insanları gibi… “Gibi” derken, 4000 yıl önce yaşayan insanlara haksızlık mı ediyorum sizce…
Evet, ne değişiyor, doğan günle – batan gün arasında?..
İzlediğim bir filmdi bu… TV.yi açtığında yeni başlamıştı ve “Osmanlı Devleti Padişahlarından: 3. Mustafa ile ilgiliydi…” Üç kıtada hüküm süren Padişah’ın şöyle bir şiiri de var:
“Yıkıluptur cihan, sanma ki bizde düzele / Devleti, çarh-ı deni verdi kamu müptezele / şimde erbab-ı saadette gezen hep hazele /işimiz kaldı hanen Mehmet-i lem yezele…”
Şöyle diyor Padişah 3. Mustafa: “Bu dünya yıkılıyor, bizde düzeleceğini sanma. Alçak felek, devleti bütün alçak kişilerin eline verdi. Şimdi, mutluluk yoluna gidenler, hep bayağı kişiler… İşimiz Allahın acımasına kaldı…”
* * *
Film, ha bitti ha bitiyor…
Ama filmdeki kalabalıklar adeta çileden çıktı…
Bir kenti yağmalıyorlar… Denize zarar vermeye, kirletmeye çalışıyorlar…
Denizler ki, kentlerin yüreğidir her zaman…
Sular ölmeye görsün ne yer ne yar kalır…
VE… BATAN BİR DEVİR, EN AZ FARKINDA OLDUĞU ŞEY YÜZÜNDEN BATAR… ÇÜNKÜ ONUN FARKINDA OLSAYDI BATMAZDI…
***
BAKIP DA GÖREMEMENİN DEHŞETİ… YANILGI VE YENİLGİNİN NEDENİ…