Arkadaşımız Edward Hacihannas, bu aile fotoğrafını paylaşarak şöyle yazıyor:
“Bir zamanlar Kıbrıs’ta… Eleni Hacıhannas, Ayşe Hoca, Polu Antoniu… Aya Marina Şillura’dan (şimdiki adı Gürpınar). Ayşe ve Polu kızkardeştirler, Rahme’nin evlatlarıydılar… Andonis, Polu ile evlendi ve Polu, Hristiyan oldu – birlikte yedi çocuk ettiler. Yosif, Politu’yla evlendi, o da Rahme’nin kızkardeşiydi, Politu da Hristiyan oldu ve Yosif Hacihannas’la birlikte 15 çocuk ettiler. Resimde gördüğünüz Eleni Hacıhannas, onun kızıdır. Ayşe, İbrahim Homs’la evlendi, onlar Müslüman olarak kaldılar ve altı çocuk ettiler. Bu aile içerisinde hiçbir zaman hiçbir sorun olmadı, gül gibi geçinip gittiler, farklı inançlar ve farklı dinlerden insanların birlikte yaşayıp birbirlerini sevmelerine ilişkin en iyi örneği teşkil ettiler… Tek bir aile olarak ve yakın akrabalar olarak ilişkilerini sürdürdüler…”
Edward Hacıhannas arkadaşımıza, bizimle paylaştığı bu değerli bilgiler için çok teşekkür ederiz…
Bilindiği gibi Aya Marina (Gürpınar) halen askeri bir köy – buraya siviller giremiyor… 1974’ten önce bu köy karma bir köydü – burada Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslımaronitler yaşardı – Kıbrıslıtürkler, 1964’te Koççinodrimitya’dan gelen bazı EOKA’cıların provokasyonları sonucu köyden göç etmek zorunda kalmışlardı – zaten “Teşkilat” da bu karma köyden kaçmalarını talep etmekteydi ancak köydeki bazı Kıbrıslıtürkler, bu duruma direnmekteydi… Koççinodrimitya’dan gelen bazı EOKA’cıların köydeki Kıbrıslıtürkler’i öldürmek istemesine karşı çıkan köyün papazı Andreas Frangu, onlara “Bizim ilişkilerimiz çok iyidir, burası karma bir köydür ve karma evlilikler yaygındır – onlara dokanamazsınız, önce beni öldürmeniz gerekir” diyerek EOKA’cıları bu planlarından caydırıp onları uzaklaştırmayı başarmıştı. Fakat sözkonusu grup, köyde bazı tecavüz girişimlerinde bulunarak köylüleri ürkütmüş ve aynı zamanda, köyün öğretmeni olan Hüseyin Yalçın’ı da köyün dışında yakalayarak onu öldürmüşler ve “kayıp” etmişlerdi. Hüseyin Yalçın Gönyelili’ydi ve bugüne dek ondan geride kalanlar da bulunamadı…
Sonuçta bu ürkütücü atmosferden kaçan köyün Kıbrıslıtürkler’i göç edince, aileler de bölünmüştü… 1974’te de Kıbrıslımaronitler bu köyden göç etmek zorunda bırakılınca, uzun süre ayrı kalmışlardı. 2003’te barikatların açılmasıyla birlikte karma aileler yeniden bir araya gelmeye başlamıştı.
Aya Marina, en özgün köylerimizden birisiydi ve politikaya kurban edildi – köylülere, köylerine dönebilecekleri yönünde politikacıların verdiği sözler, hiçbir zaman tutulmadı ve onların duygularıyla oynandı durdu.
Aya Marina belleklerde, güzel hatıralarıyla, olağanüstü güzel bir köy olarak kaldı… Gene de Aya Marinalılar köylerini asla unutmadılar – ne Kıbrıslıtürkler, ne de Kıbrıslımaronitler… Çeşitli vesilelerle bir araya geliyorlar ve ilişkilerini sağlam tutuyorlar… Bu bakımdan, yani insan ilişkileri bakımından örnek bir köyümüzdür Aya Marina…
Vitsada’dan göç…
Arkadaşımız Sotiris Savva, Şubat 1964’te Vitsada köyünden göç etmek durumunda bırakılan Kıbrıslıtürkler’i yansıtan ender fotoğrafları “Kıbrıs’ın geçmişinden hatıralar” şeklinde çevirebileceğimiz kendi sosyal medya sayfasında yayınlamayı sürdürüyor.
Bu fotoğraflarda görülen şahıslardan birisini, arkadaşımız Salih Olgun tanıdı: Çünkü fotoğraftakilerden birisi babasıymış…
Resmin sol alt köşesindeki üç kişiden ortadaki Mehmet Asım, Salih Olgun arkadaşımızın babası…
“Paul Celan’ın şiirlerinde ve ömründe Holokost’un izleri…”
Melike Karaosmanoğlu
20 Nisan Paul Celan’ın ölüm yıl dönümü… Getto ve çalışma kampından sağ çıkabilmeyi başarmış Yahudi bir şairdi Paul Celan. 23 Kasım 1920’de eskiden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun sınırları içinde olan Czernowitz (Romanya) şehrinde dünyaya geldi. Ana dili Almancaydı. Hayatının yarısını Fransa’da geçirmesine ve Almanca dışında birkaç dili akıcı olarak konuşabilmesine rağmen şiirlerini Almanca yazmıştı.
Paul Celan’ın henüz küçük bir çocukken annesiyle saatlerce okuma yaptığı bu dil, yani Almanca, Hölderlin’in, Rilke’nin ve Büchner’in de diliydi. Ta ki İkinci Dünya Savaşı başlayana dek. Acıyla, gözyaşıyla ve yitirmeyle yeni sözcükler eklenmişti artık o dile: Endlösung (nihai çözüm), Sonderbehandlung (özel muamele), Judenfrei (Yahudi’den arındırılmış). Okuduğu nazik kafiyeler aynı annesi ve babası gibi esir düşmüştü. Kendisi de çalışma kampına gönderilmişti ve bu vahşetin ortasında ailesine bir daha kavuşamadı. O zamandan başlayıp yaşamını sonlandırana dek, konuşmak, kendini yönlendirmek, nerede olduğunu ve nereye götürülmek istendiğini tasvir etmek için yazdı şiirlerini. Pek çok şiiri Holokost kurbanlarının hatırasına ithaf edilmiştir, isimsiz kurbanlara. Yani ruhen ve bedenen ortadan “kaldırılmış” olanlara. İsimleri yoktur, mezarları, mezar taşları yoktur onların. Bir tarafta Sulamith’in kül rengi saçları diğer tarafta Margarite’in altın rengi saçları. Kömürleşen eller, birbirine kenetlenen parmaklar. Yaşadıklarına dair en ufak bir kanıta dahi tahammül olmamıştır. Çünkü katiller varlığın ve gerçekliğin inkarını isterler, bütün soykırımların özü inkarda gizlidir.
Sen ölmedin erguvan rengi bir ölümle
Paul Celan, şiirlerini sadece okumamızı değil görmemizi de ister. Onun şahit olduklarına işiterek baktığımızı fark ederiz biz de. Annesi için yazdığı Akçakavak şiiri karanlığa ak-pak bakışı, bir daha geri dönmeyecek kalbin kurşunla parçalanışını anlatır ve biz o sesi duyarız:
“Akçakavak, yaprağınla ak-pak bakarsın ya karanlığa.
Ak düşmemişti hiç annemin saçlarına.
Kara hindiba, Ukrayna ne kadar yeşil.
Sarışın annemse dönmedi yuvasına.
Yağmur bulutu, kaynağın kurudu mu?
Benim sessiz annem ağlar tüm insanlara.
Çember- yıldız, bağlıyorsun o altın kurdelayı.
Bir kurşunla annem kalbinden aldı yara.
Meşe kapı, kim çıkardı rezelerinden seni?
Benim tatlı annem gelmeyecek bir daha.”
İnsanlığın tüm insan olma niteliklerini yitirdiği bir çağda, acı dolu geçmişiyle Adorno’ya inat şiir yazıyordu Paul Celan. Belki de başka bir şey gelmiyordu elinden. Kötülüğü ortadan kaldıramıyorken kendi yanıtsızlığını, suskunluğunu, karanlıkla çarpışmasını anlatmak istiyordu. Ölüm Fügü şiiri işte bu nedenlerle gerçek bir ağıttır. Toplama kamplarında insanları kendileri için çalıştırmışlardır, kendi dansları ve şarkıları eşliğinde kendi mezarlarını kazdırmışlardır onlara.
“Yahudilerini çağırıyor toprağa bir mezar kazsınlar diye
ve bize buyruklar yağdırıyor oyun havaları çalmamız için”
“Bağırıp çağırıyor siz daha derin kazın toprağı
siz de çalıp söyleyin diye
belindeki silaha el atıp havada savuruyor gözleri mavi
daha derine daldırın küreklerinizi sizler de oyuna devam”
Acılı geçmişinden iliğimize işleyen şiirlerdir bunlar. Yine, şairin bir başka şiiri Kar Yatağı dehşetin izlerini tümüyle içinde taşır. Karın soğuğu ölüm soğuğu ile eş değerdir; ama mesele kar değil kar yatağıdır. Bir istirahat düşünün kristal mi kristal. Yürekte ağırlık, her yer kan. Ölümle dehşetle sarmalanmış insanlar her şeye rağmen yaşadıklarından emin olmaya çalışır. Böyle bir atmosferi yansıtır Kar Yatağı.
“Gözler, dünya körü, ölüm uçurumunda: geliyorum,
Yürekte bir sertlik.
Geliyorum.
Ay yüzeyi düz duvar. Aşağıya doğru.
(Nefesle lekelenmiş ışık. Yer yer kan izleri.)
Bulutlanan can, bir kez daha biçime yakın.
On parmak gölgesi – kenetlenmiş.)
Gözler dünya körü,
gözler ölüm uçurumunda,
gözler, gözler.
Kar yatağı her ikimizin altında, kar yatağı.
kristal mi kristal,
kafeslenmiş zaman derini, düşüyoruz,
düşüyor, yatıyor ve düşüyoruz.
Ve düşüyoruz:
Biz vardık. Varız.
Geceyle bir tek vücuduz biz.
Koridorlarda, koridorlarda.”
Paul Celan’ın pek çok şiirini okudukça neden dünyaya ısınamadığını anlamamak mümkün değildir. Geleceğe bir köprü kuramak yerine Mirabeau Köprüsünden kendini Seine nehrine bırakmayı tercih etmiştir.
Onu ve tüm Holokost kurbanlarını saygıyla anıyorum.
“Ötekine gelince, körlere katılmıştı
Gördüklerinden ötürü:
Çıkıp çok fazla şey topladı:
Çiçeklerin kokularıydı topladıkları-
Bu yaptığını görenlerce bağışlanmadı.
O da gidip tuhaf bir damla içti:
Deniz.
Balıklar-
Balıklar ona mı katıldılar?”
(AVLAREMOZ – Melike KARAOSMANOĞLU - 20.4.2020)
Ölüm Fügü
Paul Celan
Akşam vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
ve öğlenlerle sabahlarda bir de geceleri
hiç durmaksızın içmekteyiz
bir mezar kazıyoruz havada rahat yatılıyor
Bir adam oturuyor evde yılanlarla oynayıp yazı yazan
hava karardığında Almanya'ya senin altın saçlarını yazıyor Margarete
bunu yazıp evin önüne çıkıyor ve yıldızlar parlıyor
köpeklerini çağırıyor ıslıkla
sonra Yahudilerini çağırıyor ıslıkla toprakta bir mezar kazdırıyor
bize buyruk veriyor haydi bakalım şimdi dansa
Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
ve sabahlarla öğlenlerde bir de akşamları
hiç durmaksızın içmekteyiz
Bir adam oturuyor evde yılanlarla oynayıp yazı yazan
hava karardığında Almanya'ya senin altın saçlarını yazıyor Margarete
senin kül olmuş saçlarını Sulamith bir mezar kazıyoruz
havada rahat yatılıyor
Adam bağırıyor daha derin kazın toprağı siz ötekiler
şarkılar söyleyip dans edin
tutup palaskasındaki demiri savuruyor havada gözlerinin
rengi mavi
sizler daha derine sokun kürekleri ötekiler devam edin
çalmaya ve dansa
Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
ve sabahlarla öğlenlerde bir de akşamları
hiç durmaksızın içmekteyiz
bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarete
senin kül saçların Sulamith adam yılanlarla oynuyor
Sesleniyor daha tatlı çalın ölümü çünkü o Almanya'dan
gelen bir ustadır
sesleniyor daha boğuk çalın kemanları sonra sizler
duman olup yükseliyorsunuz göğe
sonra bir mezarınız oluyor bulutlarda rahat yatılıyor
Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
sonra öğlen vakitlerinde ölüm Almanya'dan gelen bir ustadır
akşamları ve sabahları içmekteyiz hiç durmadan
ölüm bir ustadır Almanya'dan gelen gözleri mavi
bir kurşunla geliyor sana tam göğsünden vurarak
bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarete
köpeklerini salıyor üstümüze havada bir mezar
armağan ediyor
yılanlarla oynuyor ve dalın düşlere ölüm Almanya'dan
gelen bir ustadır
senin altın saçların Margarete
senin kül olmuş saçların Sulamith
Çeviri: Sevil Eryaşar
https://www.antoloji.com/olum-fugu-siiri/
PAZARTESİ DEVAM EDECEK