Simge Çerkezoğlu
Bugüne kadar Nazım Hikmet’i ve kendi sanatını anlatmak adına Türkiye’de ve dünyada pek çok yer dolaşan bir isim İbrahim Balaban. Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümü olan 3 Haziran tarihinde de Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası’nın davetlisi olarak buradaydı. Ben de onu ziyaret etme, onunla konuşma ve birlikte şiir okuma fırsatı yakaladım. Soru sormak ve cevap almaktan farklı olarak bu röportajda daha çok o anlattı ben dinledim. Hem Türkiye’de fakir bir köylü çocuğu olarak hayatın ne denli zor olduğunu hem de buna bağlı olarak cezaevine ilk nasıl girdiğini anlattı. Tüm bunlar konuşulurken tabii söz dönüp dolaşıp hep Nazım Hikmet’e geldi. Aksi de mümkün değildi bana göre… Balaban’ın hayatı iki döneme ayrılıyordu. Nazım’dan öncesi ve Nazım’dan sonrası…
“DÜNYAYI DOLAŞTIM NAZIM’I VE SANATINI ANLATTIM”
Bülent Ecevit’in zamanında devlet beni Avrupa’ya bile gönderdi. Kültür elçisi olarak bu gezileri yapıyordum. Avrupa’nın büyük şehirlerini gezdim, sergiler açtım Nazım’ı anlattım. Sadece Türkiye değil dünyanın pek çok ülkesinden ilgi gördüm. Hala da bu elçilik görevini sürdürmeye devam ediyorum. Bunu görev biliyorum. Nazım Hikmet benim babamdı, şair babamdı. Sizin de geldiğimi duyunca buraya gelmeniz çok güzel oldu. Hem sizin hem benim için. Ben bir ipek böceğinin kabuğunu örmesi gibi hep evimde resimler yaptım ancak bu şekilde farklı ülkeleri ve kimlikleri tanımak şansı, oraların insanları ile tanışma fırsatı buluyorum. Söz konusu her zaman tabii Nazım oluyor. Söz ona geliyor. O dünya çapında bir şair.
“RESİM YAPARKEN NAZIM’IN BENİ SEYRETMESİ ÇOK ÖNEMLİ”
“Ben ressam Balaban olarak Nazım’ın ve annesinin resmini müdürden izin alarak ilk kez mapushanede görüşme yerinde yaptım. O beni resim yaparken bir baba gözü ile seyrederdi. Bana hep destek oldurdu. Ben de bilmeden ona destek oldum. Ben resim yaparken coşardı adeta. Öyle bir coşardı ki o renkleri gördükçe “nasıl bu düzeni ortaya çıkarıyorsun” derdi. Şair baba Nazım Hikmet ansızın mapushanede bağırır bana övgüler yağdırırdı. Yedi yıl hep birlikte yaşadık. Başka da kimsesi yoktu zaten. Bir de şiirleri ve Piraye’ye yazdığı mektupları vardı ama bir süre sonra mektuplar da seyrekleşmeye başladı. Zaten ikinci dünya savaşı başladığında mektuplar da geç geliyordu. Zaten o da bu arada gönlünü başkasına kaptırdı.”
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN ARDINDAN GELEN ÖZGÜRLÜK
Savaşın ardından dünyada yeniden Nazım’ın çıkması yönünde baskılar oluştu. Yaklaşık on yıldır içerideydi. Hatta Kıbrıs’ta da bu konu oldu. Buradaki insanlar da “Nazım on yıldır cezaevinde artık çıkmalı” diyordu. Tabii sadece burada değil dünyanın dört bir yanından özellikle de Fransa’dan bu konuda çok baskı geldi. Nazım içeride geçirdiği on yıl içinde Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazdı, hep bunun üzerinde çalıştı. İçeride bile toplumu gözlemliyordu. İkinci Dünya savaşının ardından ise Kuvayi Milliye destanını yazdı. Bunlar hep benim yanımda yazılan eserlerdi.”
NAZIM’IN VE BALABAN’NIN TOPLUMU ANLATAN ESERLERİ
“O çok becerikli ve usta bir sanatçıydı. Her şeyi bilir her şeyi yapardı. Yine de insanı yönlendiren bir karaktere sahip değildi. O kendi kimliğini yaşatıyor. Ben de kendi kimliğimi yaşıyordum. Bu sürede Nazım Hikmet bir ara açlık grevi yaptı. Dünyada da tepkiler her geçen gün artıyordu. Sonunda ikimiz birlikte aftan yararlanıp dışarıya çıktık. Aslında özgürlüğümüzü ona borçluyduk. Ben içeride de dışarıda da onunla yaptığım paylaşılmadan etkilendim tabii. Zaten çocukluğumdan bu yana resim yapıyordum. Köyde zorlukla yaşayan bir çocuk olarak çevremi gözlemliyordum. İçeriye girince çok daha farklı insanlar gördüm. Herkesin Türkiye’nin dört bir yanından farklı hikayeleri vardı. Ben galiba biraz Nazım babadan cesaret, etrafımdan da görüntü aldım. Doğal bir yeteneğim vardı resme karşı. Neden resim yaptığımı dahi bilmiyorum. Bir anda kendimi resim yaparken buldum. Ben çocukken evde anamın babamın resmini yaparken benim mahpushaneye düşmem Türkiye’nin fakirliğinin tezahürüydü. Bu durum tabii Nazım’ı tanımamı sağladı, ona göre ben eninde sonunda yolumu açacak birilerini bulacaktım ama kim bilir. Ben onu buldum. Çıktıktan sonra da ilişkimiz kesilmedi. Bir gün ondan bir mektup aldım. Balaban evladım, nerede kaldın? Hani köyde fazla durmayacaktın? Biliyorum köyünü özlemiştin. Kırk beş gün oldu bre yeter, çıkıp gel artık diyordu. Neler yaptığımı merak ediyordu. Ne yaptımsa hepsini yanımda getirmemi istiyordu.”
“NAZIM RESİMLERİMİ VE BENİ ANLATAN ŞİİRLER YAZDI”
Ben resimler yaptım, o bu resimlere bakarak şiirler yazdı. İnsan Manzaraları destanında şu şiir var mesela;
Ana oğul üşüyorlar,
Oğul avuçlarını hohlayarak yapışıyor fırçalarına
Ana omuzlarını oynatıyor ikide bir.
Fakat sabırlı ve saygıyla oturuyor
Mevlit dinler gibi.
Bunu resim yapmamdan etkilenip yazıyor. Bir de benim için yazdığı bir şiiri var.
Köylü İbrahim Ali
Ressam yirmi beşine vardı.
Canına kast eden birini vurmuştu.
Kağıt gibi beyazdı yüzü
Gözleri bir buzağının altın gözleriydi
Ve dudakları kalın kırmızı
Ali yani İbrahim Balaban diplomalıydı.
Üst sınıflı bir köy okulundan.
Bir gün Nazım Hikmet’i resim yaparken gördü.
Uzun parmaklarını önce çekinerek sonra cesaretle tuvale sürdü
Sonra sıcak soluğu ayrılmadı Nazım’ın ensesinden iki gün.
Sonra bir tahtanın üstüne kendi resmini yaptı İbrahim Balaban
Çünkü resimleri ve boyaları yoktu.
“BUGÜNE KADAR ON İKİ KİTAP YAZDIM”
Çocukluğumdan beri resim çizerken öte yandan da günlükler tutuyorum. Cezaevinden çıktıktan sonra yavaş yavaş kitap yazmaya başladım. Nazım Hikmet’i anlattığım kitaplarım da oldu, kısa yazılarım da oldu. Sanırım bu da bir yetenekti. Sonuçta sanat, yaşantımızın bir izdüşümüdür. Konu ise özdür. Her öz de kendi kabuğunu yapar. Bunlar da hep benim özümün sonucu. Kimseden örnek almadım. Çok okudum, hepsi belleğimde ama yazdıklarım yaşadıklarımdı. Şair Baba ve Damdakiler’i yazdığımda adeta kıyamet koptu. İlk romanımdı. Defalarca baskısı yapıldı. Dağda Duruşma ve Kalıba Sığmayanlar da romandı. Diğerleri de kısa hikayeden oluşuyor. Nazım Hikmet’le Yedi Yıl kitabımda ise anılarımı anlatıyorum.