Ronald Barthes ideoloji “doğanın dilini konuşur” der. Bununla söylemek istediği şey, ideoloji sayesinde inanç ve davranışlarımızın, yaşadığımız sosyal çevrenin “doğal” olduğunu düşünmemizdir. Başak türlü söylersek, ideoloji sayesinde yaşadığımız dünyanın çeşitli uğraklardan geçtiğini ve tarihsel gelişim sonucu ortaya çıktığını ve evirilmeye devam ettiğini unuturuz.
Bir ideoloji olarak milliyetçilik de milleti “doğallaştırdığından” milletsiz bir dünya düşünmemizi imkansız kılar. Dünyanın en “doğal” halinin milletlerin varlığı ve onların kavgaları olduğunu zannederiz. Ernest Gellner’in dediği gibi, modern dünyada bir kişinin milliyeti olmasını, “bir burnu ve iki eli olması kadar doğal” sayarız.
Oysa ne milletler tarih boyunca vardı, ne kişilerin her zaman milliyetleri vardı ne de içinde yaşadığımız dünya/durum doğaldır. Bugün içinde yaşadığımız dünya, başka şeyler kadar, şiddet, savaş, adaletsizlik, hak yiyicilik barındırır.
Dolaplarında iskeletler saklıdır. Ne var ki, ideolojinin büyük gözaltı altında şekillenen seçici bellek sayesinde bunlar unutulur. Milletimizin, etnik grubumuzun yaptığı haksızlıklar silinir ve sadece “bize” yapılan haksızlıklar hatırlanır. Böyle olunca, “biz” ve “onlar” kavgası “doğallaştırılır.”
Kendi ülkemizin seyri açısından bakacak olursak, milliyetçi ideoloji sayesinde olup bitenleri sadece “Helenizm-Türkçülük”, “Kıbrıslı Rum-Kıbrıslı Türk kavgası” zannediyoruz ve bunun “ebediyen” devam edeceğini, ayrıca “onlar” karşısında “biz”im her zaman haklı olduğumuzu düşünüyoruz.
Oysa bu ülkede 450 yıllık beraberlikte “Helenizm-Türkçülük” kavgası bir asrı bulmaz! “Kıbrıslı Rum-Kıbrıslı Türk” kavgasının ömrü ise yarım asırdır! Üstelik, bu kavgada sadece “mağdur” olup da “fail” olmayan taraf yoktur.
Sadece iki örnek verecek olursam, Kıbrıs Cumhuriyeti devletini zorla ele geçiren Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıs ülkesinin toprağının %37’sini zorla ele geçiren Türklerden söz edebilirim. Tarafların işlediği savaş suçlarına bu yazıda hiç girmeyelim...
Şimdi, zorla ele geçirdiklerini “doğal” ilan eden “ret cepheleri” Kıbrıs’ta federal bir devlet kurulmasına şiddetle karşı çıkıyorlar.
Haksızca ceplerine indirdikleri savaş ganimetlerini (devleti, toprağı vs.) korumak için “Türklük-Rumluk” kavgasının ebediyen devam etmesini istiyorlar ve bu kavgada milliyeti “Türk” olan ile “Elen” olanların ayrı ayrı ve karşıt saflarda kümelenmelerini savunuyorlar. “Doğallaştırmak” istedikleri bu kavgada yer almak istemeyenleri de “vatan haini” ilan ediyorlar.
Son günlerde şahsımla ilgili basında çıkan ve histerik bir ifadeyle “nasıl olur, hem Anastasiadis’e danışmanlık yapıp hem de Akıncı’ya yakın olunabilir mi?” tarzındaki banal ifadelerle üstüme gelenlere verilecek cevabım şudur:
Eğer savaş çığırtkanlığı yapan bir general olsaydım, taraflardan birinin yanında yer alır, ötekine karşı savaş yapma heyecanıyla yanıp tutuşurdum. Ya da, Akıncı ile Anastasiadis barış düşmanı siyasiler olsalardı, semtlerine uğramazdım. Barış yapmak isteyenler hem Anastasiadis hem de Akıncı ile çalışacaklar. Hem Kıbrıslı Türklerin hem de Kıbrıslı Rum yurttaşların haklarını ve duyarlılıklarını gözetecekler.
Açıkçası, aidiyet duygularının sınırlarını genişletecekler ve sadece “Kıbrıslı Türk” veya sadece “Kıbrıslı Türk” olmakla yetinmeyecekler. Zihnin sınırlarını bir etnik grubun sınırları ile sınırlandırmak isteyen ve bunu da dünyanın en “doğal” şeyiymiş gibi önümüze koyan banal milliyetçilikten arınacaklar.
Hepimiz, bu ülkeye ve bu ülkedeki etnik toplumlara yurttaşlık bağı ile bağlı olan herkes anayasa yapıcıdır. Bu ülkede barış yapmak, her şeyin ötesinde, yeni bir anayasa yapmaktır. Anayasayı yaparken, en azından zihinsel düzeyde, çok-aidiyetli olmak zorundayız. Çünkü etnik farklılıklara saygılı ama etnik farklılıkları aşan bir anayasa yapacağız.
Bunu “tepeden tırnağa Türk”, “tepeden tırnağa Elen” olarak yapamazsınız. Kimlikler-arası diyalojiye ihtiyacımız olduğu gibi, kimlikleri aşan bir zihniyete de gereksinim duyuyoruz. Çünkü anayasa sadece tek boyutlu kimliğimizi kazıdığımız bir metin değil, hem “bizim” hem de “onların” kimlik ve haklarını koruyan bir metindir. Ayrıca, her ikisinin de ötesine geçen yasalar ve normlar belgesidir.
Yani, “Türk ve Elen” olduğumuz gibi, aynı zamanda biraz “Türk-Elen” biraz “Elen-Türk” olmamız ve ayrıca ikisinin de ötesine geçmemiz gerekiyor. Çünkü anayasa yapıcı özne, hem “biz” hem “onlar” hem de ikisinden “eksik” ve “fazla” olan çoğul bir öznedir.
Şöyle söyleyeyim: çatışma ortamından çıkmak için federal bir devlet kurmaya karar veren iki etnik grup, işin başında kendilerine “yabancı” olan bir devleti kucaklamak durumundadırlar. Çünkü federal devletin yaşaması için iki kurucu unsuru bünyesinde barındırması kadar aynı zamanda onları aşması gerekiyor.
Bu, etnik grupların o ana kadar taşıdıkları kimliklerin ötesine geçmeleri demektir. Hem “biz” ve “onlar”, hem “biz-onlar” hem de “biz” ve “onların” ötesine dayalı bir sentezdir sözünü ettiğimiz. Milliyetçi ideolojinin kavrayamadığı tam da budur. Çok-kimlikli özne olmaktır...
Mustafa Akıncı, barışa giden yolda önemli olan zihinlerdeki duvarları yıkmaktır dedi. O duvarları milliyetçilik ördü ve banal söylemleriyle “doğallaştırdı.”
Milliyetçiliğin tek kimlik fetişizmi ile “doğallaştırdığı” dünya Thomas Hoobes’un betimlediği korku ve güvensizlik dünyasıdır. Oradan çıkmak için ideolojinin ördüğü zihinsel duvarları yıkmak ve çoğalmak/eksilmek zorundayız...