Bugün 14 Ağustos. Tam 44 yıl önce, şimdi yaşadığımız sistemin temellerini atan bir ateş çemberinden geçtik. Kıbrıs’ta yaşayan toplumlar, yaratılan şiddet ortamında hem maddi hem de manevi kayıplar yaşadılar. İsimsiz mezarlar kazıldı, hayali kahramanlıklar uğruna nice canlar kaybedildi. Kıbrıslı Türkler olarak varlığımız tehlikedeydi. Peki ya ötekilerin durumu? Savaşın tek tarafı olabilirmiş gibi, yıllarca sadece kendi acılarımıza odaklandık. Tarihi metinler de bu doğrultuda şekillendirildi. Hâlbuki perdenin arkasına saklanan gerçekler, gün gelip ortaya çıktı.
“Kurtarıcı” ile el ele verip, sonradan esas varlıksızlığımızın nedeni olacak devleti kuran politikacıların, toplum üzerinde ince ince işledikleri ilk unsur, minnet duygusu oldu. Savaş koşullarında yoksullaşmış ve daha güçlü olduğu söylenen diğer toplum karşısında zayıflamış Kıbrıslı Türkler için, şükran duymak ve vicdanen itaat etmek üzerine bir yapı kurgulandı. Tabi ki bu tek taraflı bir ilişki değildi. Ganimetin eşitsiz bir şekilde dağıtımına dayanan düzen ile birlikte kendi kendini olumlayan bir yapı yaratıldı. Toplumun büyük bir bölümü, iktidarı uzun yıllar boyunca destekledi. Muhalif kesimler bazen şiddet kullanılarak bazen de bezdirme yöntemi ile susturuldu. Hatta vatan haini ilan edildiler. Neden? Çünkü mevcut düzene itaat etmiyor, eşitsizliğe karşı çıkıyor, hasıraltı edilen karanlık işleri deşifre ediyor ve Türkiye ile kurulan göbek bağına karşı çıkıyorlardı. İdareciler kendi dikta yöntemleri ile yol alırken, toplumu da farklı şekillerde manipüle ediyorlardı. Günümüzde de durumun pek farklı değil. Bu noktada sihirli kelimeyi söylemek gerekiyor. Vicdan!
Erich Fromm “İtaatsizlik Üzerine – Özgürlük Neden Otoriteye Hayır Demektir” isimi kitabında, insanların otoriteye yatkınlığı ve karşı gelmenin zorlukları üzerine önemli saptamalar yapar. Vicdan kelimesinin tek bir boyuttan oluşmadığına işaret eder. İlk olarak “otoriter vicdan” ve onunla bağlantı kurduğu Freud’un “Süper Ego”suna gönderme yapar. Buna göre aslında “memnun etmeye istekli olduğumuz, kızdırmaktan korktuğumuz bir otoritenin” içselleştirildiğini söyler. Türkiye ile KKTC arasında kurulan bağımlılık ilişkisini bu formül üzerinden tanımlamak mümkündür. İki taraf arasında imzalanan ekonomik paketler ile yürütülen devlet maliyesi, hukuki bir sözleşme gibi tanımlanıyor olsa da, gerçekte uygulanması gereken buyruklardan ibaret bir planı teşkil eder. Özellikle haklar ve özgürlükler alanında bütçeye çok az bir miktarın dahil edilmesi, bunun göstergelerinden biridir. Hedef, ekonominin esasını teşkil eden konularda Türkiye’nin “önerilerini” uygulamak ve KKTC gemisini bu doğrultuda yüzdürmektir. Bugün yaşanan krizde tek başına yol alamamamızın temel nedeni da budur. Türkiye devleti ile olan ilişkinin bu boyutta olması, “otoriter vicdanın” Kıbrıs Türk toplumunun bileşinini oluşturmasından kaynaklanır. Çünkü toplum olarak bundan hâlâ sıyrılabilmiş değiliz.
Fromm “hümanist vicdanı” ise, insanların kendisi olabilme ve kendi yargıları ile hareket edebilme becerisi olarak tanımlar. Tabi ki bunun için ilk etapta kabullenilmiş itaati sorgulamak ve kurulan bağları tek tek çözebilmek gerekir. Bize yıllardır giydirilen “kurtarılmışlık” zırhından kurtulma cesaretini göstermek önemlidir. Bu süreçte yaşanması muhtemel maddi kayıplar, yaşanan döviz şokunun hissettirdiği yıkım kadar olmayacaktır. Bizlere itaatsizlik yeteneğini kaybettiren sistemi değiştirebilmek için; “otoriter vicdanın” yarattığı kafesten şüphe etmek, onu eleştirmek, ekonomik olarak her geçen gün batışımızın Türkiye ile sürdürülen bağımlılıktan kaynaklandığını açıkça söyleyebilmek ve Kıbrıs’ın birleşmesi için toplum olarak girişim yapmalıyız.
Tabi ki bunu tek taraflı inşa edebilmemiz mümkün değildir. Belki de aynı dili konuştuğumuz kesimler farklı farklı yerlerde mücadele etmeye devam etmektedir. 29 Temmuz 2018 tarihinde Politis gazetesinde yayınlanan ve Sevgül Uludağ’ın çevirisini yaptığı, Kıbrıslı Rum tarihçi George Dionissiu’nun söyledikler bu noktada önemlidir: “Kıbrıs sorununun kalbinde, Kıbrıslıtürkler’in yönetime etkili biçimde katılmalarını Kıbrıslırumlar’ın istikrarlı biçimde reddetmeleri vardır… Kıbrıs sorunu yalnızca bir istila ve işgal sorunu değildir, aynı zamanda Kıbrıslıtürklerin hakları sorunudur. Kıbrıslırum tarafının adanın birleştirilmesine ulaşmak için kullanmadığı tek yöntem, Kıbrıslıtürkler’in haklarının tam olarak tanınmasıdır. Tam tersine bizim taraf onların bugünkü tepkilerini ciddiye almaz ve onları Türkiye’nin elinde araç olarak görür.Kendi hayatlarını riske atarak işgale pek çok şekilde karşı çıkan Kıbrıslıtürkler’in pratik biçimde Kıbrıslırum tarafınca desteklenmesinin zamanıdır”. Kriz dönemleri çoğu zaman “otoriter vicdanın” kurduğu oyunu bozmak, her iki toplumun önyargılarını silmek ve birlikte bir gelecek kurmak adına dayanışmak için biçilmiş kaftan olabilir. Belki de bugüne kadar savaş stratejisi üzerinden yürütülen müzakere masasının kilidini çözecek olan yöntem budur.