Çok değil, Eylül 2015’teki olayı hatırladınız mı?
Meşhur “Atlılar”olayı…
Aynı tantana o günlerde de gündeme gelmiş, o bölgedeki yurttaşlar faşistlikle suçlanmıştı.
Kimi gazetelerin tavrı da üzücüydü, olayın yaşanmış olması da…
Provokatör yayınlar yine pusuda, her yeni günde “malzeme” bekliyorlar.
Son Ayia Napa olayında da aynı şeyi yaşadık.
Yine sıradan adli bir olay “faşizan” yöntemlerle sunuldu, servis edildi ve başarılı olundu.
Tıpkı yangın olayındaki gibi…
Bir sosyal medya videosunun altından savaş çıkarmaya kalktı kimileri, ne yazık.
En başından beri yazıyorum, şimdi yürütülen müzakere süreci bir “barış süreci” değil…
Ne yazık ki!
Bundan öncekiler de öyleydi, şimdiki süreç de öyle...
Masa başında, toplumlardan uzak kağıt üzerinde “yeni bir devlet” kurmaya çalışıyor siyasiler.
Peki sahada durum nedir diye hiç düşündük mü?
‘Yeni devlet’ kurma sürecinin zeminine 'barış projesi' kurmayı denedik mi?
Var mı böyle bir siyasetimiz?
Daha açık söylemek gerekirse, süreç barış süreci, toplumların yakınlaşma süreci olarak tasarlandı mı?
Anlatamadım mı kendimi?
Peki, şöyle söyleyeyim, toplumlar şuan barışa hazır mı mesela?
Ya da iki toplumun kucaklaşması için barış güçleri olarak ne yaptık?
Üzgünüm ama bu soruların cevapları adada yaşayan her iki toplumun da henüz barışa hazır olmadığını gösteriyor bizlere…
***
Evet, barikatlar açık…
Evet, herkes istediği yere özgürce gidebiliyor.
Peki kaçımızın Kıbrıslı Rum dostu var?
Ya da her daim görüştüğümüz kaç Kıbrıslı Rum arkadaş edindik?
Veya şöyle sorayım, kaçımız yaşadığı evi eski sahibine vermeye hazır?
Kaçımız endişe taşımıyor?
Kaçımız tedirgin değil?
Evet, masa başında yürütülen müzakere sürecini önemsiyorum.
Samimiyetle çözüm bulmak için gecesini gündüzüne katan müzakerecilerin emeğini de selamlıyorum.
Ama sürecin masa başından, sokağa, sahaya yansıması gerektiğini düşünüyorum.
Zira görüyorum ki toplumlar henüz barışa hazır değil...
'Uzun Yol'da vitrinlere bakınarak gezinmekten öte bir şeydir barış!
Girne'nin kumarhanelerindeki rulet masasından da büyüktür.
Leymosun'da yenen balığın tadı gibi lezzetli olsa da, içinde kılçıkları vardır bu barışın… Dikkatli yemek lazım, boğazımıza kaçmasın!.. Evet, başa dönecek olursak masa başında, kağıt üzerinde kurulmaya çalışılan bir devlet var, henüz anne karnında…
Velev ki doğdu sayalım.
Ve velev ki imzalar atıldı.
Her şey hallolmuş mu olacak?
Barışmış mı olacak toplumlar?
Hayır!.. Silkelenip kendimize gelmeliyiz. Eğer zemine barış projesini döşemezsek bu inşaat çökebilir a dostlar, çökebilir!
Bunu Mustafa Kemal'in emperyalizme karşı verdiği mücadele sonrasında kurduğu devlette görmedik mi?
“Ulus devlet” tezi üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti hala sorunlu değil mi?
Hatalı kurulan devletin düzeltilemeyen yanlışları bugün hala kan akmasına neden olmuyor mu?
Bu açıdan bakıldığında önceki gün mevcut durum bizlere şunu gösterdi:
- Her iki toplumda henüz barışa hazır olmayan endişeli bireyler vardır ve acılar hala tazedir, saygı duymak lazım.
- Toplumları barışa hazırlamak için sokakta-sahada barış projesi yürütmek elzemdir. Liderlerin sağda-solda birlikte poz vermesi yeterli değildir. Hele hele de yangın faciası gibi bir afette bile işbirliği yapamayan liderler artık medyatik pozlar-geziler yerine ayakları yere basan barış projelerine eğilmesi şarttır.
- İnsanların acıları üzerinden siyaset yapmak yanlıştır. (Her yerde, gazetede, sosyal medyada)
Onları dinlemeden, fikirlerini sormadan yaşadıkları duyguları hissetmeden barışı inşa edemeyeceğiz, bu belli...
Şimdi ihtiyacımız olan tek şey toplumları barışa hazırlarken ‘yüzleşme’ sürecidir.
İki toplumu barıştırırken Kıbrıs Türk toplumu içinde kamplaşmalar yaratmak ise kimsemize fayda getirmez, bunu geçmişte yaşadık. Ne yazık ki bazı kumarhane sermayesine bağlı gazeteler şimdiden bir kamplaşma yaratma derdinde, bunu çok açık şekilde görüyoruz.
Olası bir referandumda hepimiz oy vereceğiz.
“Faşist” diye ötekileştirerek olaydan sıyrılmaya çalıştığımız insanlar da bu ülkenin parçası... Kıbrıslı Türk veya Rum…
Referandumu geçtim, olası anlaşma sonrasında bu ülkenin yurttaşı olacak onlar da… Bu nedenle birbirimizi anlamalı, hassasiyetlerimizi kaşımadan iki toplumdaki her kesimi barışa hazırlamalıyız.
Ötekileştirmeden, dinleyerek ikna ederek…
Yaşanmışlıkları, acıları yok saymadan!
Yüzleşerek, konuşarak, acılara saygı duyarak... ‘Barış’, emek gerektiren bir süreç olacak. Ve henüz o yönde bir hareketlilik yok. Henüz müzakere sürecini 'barış sürecine' dönüştürecek bir adım yok.
Üstelik sürecin ‘insani’ tarafı eksik-yarım...
Zemin provokasyona açık...
Durum bundan ibaret... Umarım değişir.
----------------------------------------------------------
BİR YORUM
UBP… AKP… Ve kavga sanılandan büyük!
UBP’deki iç çekişmenin hala dinmediğine ilişkin güçlü sinyaller geliyor. Bunlardan en önemlisi Eroğlu’na yakınlığı ile bilinen Özer Kanlı’nın UBP-DP Hükümeti’ne olan tepkisi…
Özer Kanlı her fırsatta UBP’nin başbakanlığında kurulan hükümete ciddi eleştiriler getiriyor.
Özer Kanlı’nın internet sitesindeki yazılarını takip eden görecektir eleştirinin derecesini…
Mesela geçtiğimiz hafta “UBP, AK Parti’nin KKTC ofisi olmamalıdır” diye yazdı.
Bu cümleler hem bir eleştiri yazısı gibi görünse de farklı açılardan da değerlendirilebilir.
Demek ki hala, her şeye rağmen UBP içinde AKP’nin Kıbrıs siyasetine ilişkin rahatsızlık ortaya koyan bir grup var.
Zira bu tarzda bu çıkışı daha fazla ‘soldan’ beklemek mümkünken böylesi bir eleştirel ve tepkisel duruşun UBP içinden hatta Eroğlu’na yakın isimlerden duymak önemli…
Olayı bir de parti içi durumu var tabii…
Özer Kanlı sosyal medyadaki bir yorumunda Tahsin Ertuğruloğlu için de eleştiriler sıralıyor.
Mesela diyor ki “(Tahsin Ertuğruloğlu) CTP ile ortaklığın baş savunuculuğunu yaptı, 2010’da Talat kazansın diye (Eroğlu’na karşı) aday oldu. UBP yanlış yaptı, şimdi o bakan, onun hatalarını bilenler UBP’den dışlanmakta”
Buradan şunu anlıyoruz; bir kere UBP’deki Eroğlu grubunun Tahsin Ertuğruloğlu’nun yeniden UBP’ye kabul edilmesine olan öfkesi hala taze…
İkincisi de Eroğlu cephesinden kişiler hala UBP’den ‘dışlanıyor’…
Bütün bu parçaları birleştirip, genel resme baktığınızda aslında UBP’de iç kaynamanın devam ettiğini, kurultayın, ya da dengeli olduğu söylenen kabine oluşumunun veya atamaların bu kaynamayı dindirmediğini, karşıtlığın çok eskilerdeki olaylardan ve (AKP konusu gibi) fikir ayrılıklarından beslendiğini söyleyebiliriz.
------------------------------------------------------------
BİR İDDİA
‘İnşaat sektöründeki bir durgunluk Girne Belediyesi'ni maaş ödeyemez bir noktaya taşıyacak’
Geçen hafta Mağusa’yı yazdık, belediyedeki mali sorunla ilgili bazı iddiaları gündeme taşıdık.
Aynı şekilde bu kez Girne’den bir mesaj aldım.
Bir vatandaş Mağusa gibi Girne Belediyesi’nin de mali sorunlar yaşamaya doğru yol aldığını anlattı.
İşte vatandaştan gelen yorum, aynen aktarıyorum:
Sevgili Mert (Mağusa Belediyesi’ndeki mali yapı ile ilgili) yazını okudum, üzüldüm…
Hiçbir belediyenin bu duruma düşmesi beni mutlu etmez…
Çok sağlam bir mali yapı , (Sümer Aygın tarafından) 0 borç ile devredilen Girne Belediyesi'nde süratle kötü bir sürece doğru sürüklenmektedir...
Sürekli olarak Belpas Şirketi üzerinden, sözleşmeli ve kaçak olarak yapılan istihdamlar yüzünden belediyenin çalışan sayısı 500'ün üzerine çıkmıştır… Direkt belediye kadrolarına istihdam yapılmamakla birlikte dolaylı yollardan, belediye bütçesinden ödenen insan sayısı anormal derecede artmıştır… Önemli olan bir ihtiyaç söz konusu olmadan seçim sözleri olarak memur statüsünde alımların yapılmasıdır… Öyle ki oturacak yer olmadığı için son alınanların masaları hemen dış kapının yanına giriş koridoruna konulmuştur. Giderseniz göreceksiniz bunu..Bu gidişat Lefkoşa Belediyesi'nin gidişatıdır… Ve iddia ediyorum inşaat sektöründeki bir durgunluk Girne Belediyesi'ni maaş ödeyemez bir noktaya taşıyacaktır…
Tıpkı Lefkoşa'nın yaşadığı süreç gibi…"