Barışa Giderken… Göç ve Kadın

Barışa Giderken… Göç ve Kadın


Melike Bisikletçiler
melike.bisikletciler@gmail.com

Çatışmaların ve savaşın yaşandığı coğrafyalarda, en fazla hasar gören kesimler daima kadınlar ve çocuklar olmuştur. Gerek çatışma döneminde, gerekse sonrasındaki geçiş süreçlerinde kadınların yaşadıkları acı deneyimler geri planda tutularak;  devlet eliyle, savaşın ve resmi devlet politikalarının “milli” tarihi yazılmıştır. Buna rağmen bireysel deneyimlerden harmanlanarak ortaya çıkarılan sözlü tarih çalışmaları, yaşanılan acıların tekrarlanmaması ve önlem alınabilmesi adına rehber niteliği taşır.

Kıbrıs bulunduğu coğrafya gereği zor bir bölgededir. Etrafımızda bir yumak hâline gelen ve çözülmeyi bekleyen savaş ve çatışmalar hâlihazırda devam etmektedir. Filistin Sorunu, Suriye’de yaşanan iç savaş ve Türkiye’de yıllardır süren ve çözülmeyi bekleyen bir Kürt Meselesi mevcuttur. Kısacası toplumsal travmaların, kat sayıları yüksek mülteci rakamlarının ve zorunlu göçlerin iç içe  geçtiği bir yerde yaşadığımızı söylemek mümkündür. 

Elbette ki Kıbrıs bu meselelerden çok da uzakta değildir. Gerek geçmişte Kıbrıs’ta yaşanmış etnik çatışmaya bağlı olarak ada içerisinde yaşanan göç (1974) sonucunda “yerinden edilmiş kişiler”, gerekse adanın konumu dolayısıyla yakın coğrafyalarda yaşanmış veya yaşanan çatışma ve savaşlar nedeniyle Kıbrıs’a gelen -diğer ülkelere oranla daha az olsa da- sığınmacılar ve zorunlu göç nedeniyle yer değiştiren göçmenler de mevcuttur. 2007 yılından bu yana; Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği ve kuzeyde uygulayıcı ortağı olan Mülteci Hakları Derneği’nin bu konulara dair ciddi çalışmalar yapmaya başlaması ile kuzeye gelen sığınmacılara/mültecilere hukuki destek ve sosyal konularla ilişkin destek sağlanmaya başlanmıştır. Fakat 2007 öncesinde de yaşadığı bölgeden göç etmek zorunda kalan ve Kıbrıs’a yerleşen göçmenler de vardır. Tabii ki Kıbrıs’ın kuzey kesiminde 2007’ye kadar sığınma başvurusu yapılabilecek bir mekanizma olmamasından dolayı, gelen kişi veya aileler sığınmacı veya sonrasında mülteci statüsü kazanarak değil, göçmen olarak tanımlanmışlardır. Özellikle Türkiye’nin doğu illerinden, 1990’lı yıllarda PKK ve devlet güçleri arasında yaşanan çatışma nedeniyle, yaşadığı bölgeden göç etmek zorunda kalan ve Türkiye’de büyük şehirlere göç etmek istemeyerek, Kıbrıs’a gelip yerleşen göçmenler de vardır. Fakat adanın kuzey yarısında 1990’lı yıllarda insan hakları odaklı çalışan kurum veya sivil toplum örgütleri bulunmadığından, göçmenlerin yaşadığı deneyimler, sosyal veya kültürel zorluklar çok fazla ön plana çıkarılamamıştır. Buradan hareketle, yaşadığı bölgeden zorunlu nedenlerle göç etmek zorunda kalan ve 20 yıldır Kıbrıs’ta yaşayan göçmen bir kadının hem göçmen hem de kadın olarak yaşadığı deneyime kulak vermek, yıllardır yaşananların görünür kılınması için önemlidir.

1990’lı yıllar Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da çok zor geçen yıllardır. OHAL koşullarında, can güvenliğinin tehlike altında olduğu, köy yakma ve boşaltmaların yaşandığı bir dönemdir.  Binlerce köy boşaltılmış ve tarlalar aleve verilmişti. O dönemde can güvenliği ve/veya köylerinin boşaltılması, yakılması nedeniyle birkaç milyon insan, bölgeden göç etmek zorunda bırakıldı veya göçe zorlandı da denilebilir.

‘’HALEN BİR GÜN GERİ DÖNECEĞİMİ DÜŞÜNÜYORUM’’

‘1994 yılının Ocak ayında Kıbrıs’a geldim.  İlk geldiğim günü hiç unutmam, hava kapalı ve griydi. Tıpkı benim ruhum gibi. İçimde hüzün vardı, hiç bilmediğim bir ülkede ve tanımadığım insanlar arasındaydım. Bu nedenle biraz tedirgindim ve çekinmiştim. Eşim, oğlum ve ben birlikte geldik. Eşim gelir gelmez iş aramaya başlamış ve memleketten tanıdıklar aracılığıyla bir restoranda iş bulmuştu. Bizim için uygun denebilecek, küçük bir ev kiralamıştık. O dönemde başka bir seçeneğimiz olmadığından, hem kendimiz hem de oğlumuz için göç etmek durumundaydık.
İstanbul veya İzmir’e gitmek istemedik. Memleketten tanıdıklar aracılığıyla Kıbrıs’ı duymuştuk, büyük şehirlere oranla daha güvenli gelmişti. Kıbrıs’a ilk geldiğimde hızlı konuşulduğu zaman, Kıbrıs şivesini anlamakta güçlük çektiğimi hatırlıyorum. Bir de oğlum Türkçe bilmiyordu, ilk zamanlar bu konuda sıkıntı yaşadık. Özellikle ilk sene okulda zorlandı, ama zamanla Türkçe öğrendi. Kıbrıs’a geldikten üç yıl sonra kızımı doğurdum. İki çocuğum var ve ikisi de Kıbrıs’ta.

Önceleri çok yalnız hissettim ve yabancılık çektim. İlk geldiğimde başım kapalıydı, sonra yıllar geçti, başörtümü çıkardım. Bizim oralarda kadınlar uzun etekler giyer ama zamanla burada pantolon giymeye alıştım. Tabii bu çok kolay olmadı, benim de alışmam zaman aldı. Ayrıca eşim kıskanç, o da bu durumu kolay kabullenmedi.
Kıbrıs’a geleli yirmi yıl oldu. Kıyafetler ve yaşam tarzları farklıydı ama zamanla alıştım. Herkesin yaşam tarzına saygı duyuyorum. Zaten yargılamamıştım, sadece farklı gelmişti. Yaklaşık 12 yıl evden ve mahalleden dışarıya çıkmadım. İlk etapta ulaşım konusunda da çok sıkıntı yaşadık. Toplu taşıma yoktu, bizim de arabamız yoktu ve taksiyle ulaşım çok pahalıydı. Ama yıllar geçti, artık benim ehliyetim var ve araba kullanıyorum. Kendi işimi kendim halledebiliyorum. Bu güzel bir şey.

Ben göçmen bir kadınım. Göçmen kelimesinden hiçbir zaman rahatsız olmadım, bu bir gerçekliktir. Zaten ben kendimi hâlen “Kıbrıslı” olarak tanımlamıyorum. Burada evim ve iki çocuğum var, kızım okula gidiyor ve okumasını çok istiyorum. Ama tam olarak alıştığımı söyleyemem. İnsan memleketini özlüyor. Burayı seviyorum, Kıbrıs çok güzel bir ülke ama kendimi tam olarak buraya ait hissedemiyorum. Bunca yıl sonra, bir gün geri döneceğimi düşünüyorum.

Ben burada şahsıma yönelik herhangi kötü bir söz duymadım. Ama yine de Türkiye’den gelen insanlara ‘’gaco’’, ‘’garasakal’’gibi aşağılayıcı kelimeler kullanılmasını hoş bulmuyorum. Hepimiz sonuçta insanız. Beni en çok, Annan Planı dönemindeki ‘’Barra be’’ sözleri rahatsız etmişti. Evet, Kıbrıs benim ülkem değil, umarım burada bir barış olur. Fakat göçmenlere bu şekilde -kovar gibi- söylenmesi çok inciticiydi ve rahatsız oldum.

Kıbrıs’taki ilk yıllarımızda maddi sıkıntılar yaşadık. Şimdi orta karar bir şekilde yaşıyoruz. Ben çalışmıyorum, eşim buna izin vermiyor. Şimdi çocuklar da büyüdüğünden genellikle evin işleriyle ilgileniyorum. Daha farklı olmasını isterdim ama ben okul bitirmedim. Bu nedenle kızımın özellikle okumasını çok istiyorum. Evde oturmasını değil; kendi ayakları üzerinde durmasını, çalışmasını istiyorum. Benim geldiğim yer tutucuydu, kadına baskı var. Bu nedenle kızım baskı görmesin, iyi eğitim alsın istiyorum.

Sağlık hizmetlerinden yararlanma konusunda bir sıkıntı yaşamadım. Fakat sosyal sigortam yok, ayrıca eşimden para almak zorunda kalıyorum. İlk evlendiğim zamanlarda bundan çok rahatsız olurdum. Eğitim sisteminden çok memnun değilim. Bazen çocuklarımız ayrımcılığa maruz kalıyor. Bazı eğitimciler, söz konusu göçmen ailelerin çocukları olunca, çocukların ufak bir haylazlığında dahi bunu olay hâline getirebiliyorlar. Bir çocuğu sırf geldiği ülkeden dolayı ne yapsa hatalı bulmamalıyız diye düşünüyorum.

Yıllar geçti, ben en fazla burada yalnızlık çektim, yabancı hissettim, derdimi içime attım. Biraz içine kapanık bir yapım vardır. Türkiye’de etnik kökeninizden dolayı ayrımcılık ve ön yargı vardır, burada da göçmenlik durumundan dolayı yalnızlık çekersiniz’.

Yukarıda tırnak içerisinde yazılmış cümleler, 1994 yılında Kıbrıs’a gelen Kürt kökenli göçmen bir kadının sözleridir. Bölgedeki çatışma nedeniyle göç etmiş ve Kıbrıs’a gelmiş. Karşılıklı çay içerken ağzından dökülen cümlelerle, ne kadar zor bir hayat yaşadığını fark etmemi sağladı. Kapkara, uzun ve güzel kaşları, konuşurken bir an çatılıyor, bazen de gözleri dolarak anlatıyordu. Barış diyor, kızım okusun diyor. Son dönemde canlanan müzakerelerden bahsederek, burada da ‘’barış olsun artık!’’ diyor.

Göçmen kadınların gittikleri ülke ve şehirlerde neler yaşadıklarının,  nasıl hissettiklerinin açık bir örneği de sayılabilir bu söyleşi. Çatışma döneminde yaşanan travmalar ve zorunlu nedenlerle göç etme hâli, göç edilen şehir/ülkede yaşanan yalnızlaşma; kadınları eve kapanmaya zorluyor. Tabii bu ataerkil bir zihniyetle de birleşince kadının üzerindeki baskı iki kat artıyor. Hem göçmen bir kadınsınız, dil ve kültür açışından siz ve/veya çocuklarınız zorluk yaşıyor, kimseyi tanımıyorsunuz hem de eril zihniyet aile içerisinde eş veya diğer erkek aile bireyleri tarafından kendini yeniden üreterek sizin üzerinizde baskı kuruyor. Ev veya mahalle içerisine kapanmak, ‘’yabancı’’ hissetmek ve kamusal alanda yer alamamak kadınların yaşadığı sıkıntıları da görmemizi engelliyor. Bölgedeki OHAL koşulları, göç ve ardına yeni bir coğrafyada bulunmanın yaşattığı kargaşaya rağmen, sürekli makul olmanız bekleniyor.

Ataerkil sistemde aile içerisinde kadına yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri, ‘’eşinin sözünden çıkmayan’’ veya ‘’yuvayı dişi kuş yapar’’ şeklindeki anlayışlar; yalnızca göçmen kadınların değil, hepimizin yaşadığı baskı ve zorlukların üzerini sis perdesi ile örtüyor. Özel alandaki kötü deneyimler ‘’ailenin dirliği’’ nedeni ile konuşulamıyor. Tüm bunlar toplum içerisindeki ‘’geleneksel anne’’ algısıyla da birleşince, kadın sürekli bir şekilde aile içerisinde sessizleştiriliyor ve makul olması bekleniyor. Konuştuğum kadın arkadaşım ‘’çok güzel komşularım var’’ diyor, ‘’birbirimize de destek oluyoruz’’ sırasında diye ekliyor. ‘’Biz kadınların bir araya gelince aşamayacağı zorluk yok’’ diyerek,  kadın dayanışmasını önemsediğine, özlediğine vurgu yapıyor. Araf’ta kalma hâlidir göçmenlik, iki coğrafyadan da deneyimler biriktirirsiniz. Sizlerle bir kadının çatışma koşullarından göç ederek geldiği diyarda, hem göçmen bir kadın olarak hem de ataerkil zihniyete karşı ayakta durma çabasını ve deneyimlerini paylaşmaya çalıştım.

Bahsi geçen sorunlar kadınlara “mazlum veya mağdur‘’ gibi roller yükleyerek değil, toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinden sorgulanmalıdır. Son dönemde yeniden başlayan müzakere süreciyle birlikte hedeflenen barış ve yeni oluşacak federal anayasanın, toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten ve toplum içerisinde ötekileştirilen grupların haklarını da koruyan nitelikte olması gerekmektedir. Kadın hareketinin yoğun mücadeleleri neticesinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Kadınlar, Barış ve Güvenlik konularıyla ilgili kabul ettiği 1325 sayılı karara ilişkin GAT (Toplumsal Cinsiyet Danışma Kurulu) 2012 yılında bir rapor hazırlamıştır. GAT bu raporda sunduğu önerilerle, toplumsal cinsiyet eşitliğine ve kadınların müzakere masasındaki temsiline dikkat cekmiştir. Bu noktada GAT’ın federal anayasaya ilişkin, kadınlar ve göçmenlerle ilgili ileri sürdüğü saptamaları göz önünde tutmak önemlidir:

‘’Ayrımcılığın Kaldırılması

2. Anayasa, toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyet, annelik, ebeveyn izni, medeni durum, cinsel yönelim, yaş, doğum yeri, dil, din etnik ve sosyal köken, renk, fiziksel durum, ideoloji ve kültüre dayalı her türlü doğrudan ve/veya dolaylı ayrımcılığı yasaklamalıdır.
Vatandaşlık

13. Göçmenler, mülteciler ve sığınmacılarla ilgili yasalar ayni zamanda kadınların ve çocukların haklarını da güvence altına almalıdır; ilgili uluslararası ve bölgesel anlaşma ve sözleşmelerle uyumlu olmalıdır’’.
Yukarıda da görüleceği üzere Birleşik Kıbrıs’a giderken federal anayasada, kadınların, göçmenlerin ve toplumdaki diğer grupların haklarının garanti altına alınması ayrımcılığın önlenmesi açısından önem arz etmektedir. Çatışma görmüş bir coğrafyada barışın dilini kullanmak, empati geliştirmek barışı gerçekleştirmek ve yaşatmak için önemlidir. Hiç kimsenin ve hiçbir kadının çatışma veya savaş nedeniyle göç etmek zorunda kalmayacağı bir dünya dilerim.

 

------------------------------------

 

Toplumsal Cinsiyet Danışma Kurulu (2012) Kıbrıs’ta Kadınların Barışı: Kadınlar, Barış ve Güvenlik konularına ilişkin BMGK 1325 Kararının Uygulanması Konusunda GAT’ın (Toplumsal Cinsiyet Danışma Kurulu) Önerileri, s. 11 - 13.

Dergiler Haberleri