Aniden uyandım. Keskin bir ses, keskin bir barut kokusu sardı etrafımı. Yaz aylarında kapı pencere açık uyumak zorundaydık. Çünkü adadaki sıcaklık çekilir gibi değildi. Ama bu, bildiğimiz sıcağa benzemiyordu. Acı vardı, gözyaşı vardı. Çocuklar çığlık atıyordu. Kutsal kitapta tarif edilen cehennemi andırıyordu görüntüler. Annem apar topar odama daldı: “Hade gızım, artık gitmek zorundayık. İnat ettiğin yeter. Bunca zamandır burada galdığımız gabahat. Niye seni dinledim? Niye akıl almaz hayallerine ve umutlarına inandım? Ah! Olmuyor işte, olmuyor. Ateş her yanı sardı, kurtuluş yok. Tek yol var. Yer değiştiriyoruz”.
O anda durdum ve etrafıma baktım. Benliğimi, bir daha geri dönemeyeceğim evin duvarlarına kazımak istedim. Yanlış anlaşılmasın. Beton yapılara bağlanmak gibi bir hevesim yoktu. Toprağına kök salmış ağacı yerinden sökerseniz, eskisi gibi yaşayamaz derler. Bendeki de o hesap. Evden çıkarken ince bir sızı hissettim yüreğimde. Belki de o gün hücrelerime saplandı bu allah’ın belası hastalık. Tohumu o gün ekildi bedenime. Sanki ada üzerindeki tüm zeytin dalları koparılmış da zehir saçılmıştı memlekete. Ama bu durum yeni değildi. Yıllardır serpiliyordu, ince ince zerk ediliyordu damarlarımıza. Bunu yıllar sonra anlayabilecek, yıllar sonra konuşabilecektik. O günler geldiğinde de artık çok geç olacaktı. Bendeki hücreler gibi, adadaki zeytinler de gün geçtikçe ölecekti.
İşte o sıcak yazın çok öncesinde başlayan kızgınlık ve öfke sonucunda yaşanan şiddet; ölüm, kayıp, tecavüz, yersiz yurtsuz kalma gibi hisleri beraberinde getirdi. Dedim ya, benim bedenimi saran uğursuz hastalık gibi, memleketi de kalbinden bölen bir döneme doğru emin adımlarla ilerlendi. Uygun adım marş, ileri! Savaştan kısa bir süre sonra sonsuzluğa kavuştum. Hiçlik duygusu beni daha çok hüzne boğdu. Yaşamak için direnemedim. Tutunmaya çalıştığım zeytin ağaçları da tek tek çürüdü, yok olup gitti.
Yaşayan her Kıbrıslı gibi, ölüm sonrasında da, adayı takıntılı bir şekilde izlemeye devam ettim. Nasıl mı? Annem bir zeytin ağacı dikti mezarıma. Büyümesi, kök salması için ısrarla ona baktı. Beni zehirden korumak amacıyla iki günde bir umut serpti köklerime. İnatla yeşerdim ve yeşermeye devam ediyorum. Buna rağmen zaman zaman ortalık toz dumana bulanıyor. Mesela gazeteler taşlanıyor, saldırılan binanın içindeki insanlar canlarını zor kurtarıyor, hâlâ bu dönemde yasaklı kitap ve şarkılar olduğu söylenip tutuklamalar yapılıyor, vicdan özgürlüğü hapsediliyor ve en kötüsü barış türküsünden uzaklaştırılıyor toplumlar. Günlük iç siyasi çekişmeler, adanın yeniden birleşmesinin önüne geçiyor. En ufak bir karşı çıkışta, kuzey coğrafyadan had bildirme sesleri yükseliyor: “Kanla aldık, bir karış toprağı vermeyiz” derken, arkadan doğalgaz hesaplamaları yapılıyor. “Stratejik önemin” neye hizmet ettiği, bu dönemlerde daha net anlaşılıyor.
Az kalsın unutuyordum. Son zamanlarda faşistler örgütleniyor hatta cumhurbaşkanı olmak istiyorlar. Çok dikkatli olmalı, insanlar arasında milli kimliğe dayalı gruplaşma amaçlarını dağıtmalıyız. Ülkeyi yurt bilenlerin, karanlığı temsil edenlere pabuç bırakmayacağını biliyorum. Her şeye rağmen inanıyorum, bir gün zehrin ulaşamadığı zeytin ağaçları, saldıkları kökleri ile düşmanlığı yok edecekler. O gün adaya barış gelecek. İnsanların öldürüldüğü günleri kahramanlık gösterisine dönüştürerek zehir saçanlar, sevginin gücünü tüm hücrelerinde hissedecek.