Kıbrıs’ta iki toplumun sanki birbirlerine saldırmaya hazır vahşi hayvanlarmış gibi kafeslerde tutulduğu, değil yüz yüze görüşmek birbirlerine telefon edip mektup bile gönderemedikleri günlerde değiliz. Geçmişte söylenmesi büyük cesaret isteyen hatta deli cesareti kabul edilen, marjinal sayılan sözler artık merkezde. 70’li, 80’li yıllarda neler yaşandığını anlatsak aklı havsalası almaz o yıllarda doğmamış ya da çocuk olanların. Benim öğrencilerimin belleğinde adanın bir tarafından öbür tarafına geçmenin imkânsız olduğu günler yok. Nisanda kapıların açılışının 20. yılına gireceğiz. 18-19 yaşındaki öğrencilerim için bu bir tarih dersi bile değil.
Artık yüzünü gördükleri, birlikte kahve içip sohbet ettikleri insanları birtakım canavarlar olarak gösteremiyorlar gençlere. Bunun imkansızlaşmaya başladığı bir dönemde, İnternet devrimi yaşanırken açılmıştı zaten kapılar.
Çağ dışına düşmüş olanların eski politikalarını sürdürmeleri imkânsız bir noktada. Sıfır iletişim geçmişte mümkündü. Güneyde bir arkadaşımıza mektup göndermek için önce İngiltere’ye ya da başka bir ülkeye postalıyorduk zarfı. Sonra birisi oradan başka bir zarfa koyup güneydeki alıcıya iletiyordu. Şair Elli Peonidou ile mektuplaşmalarımız böyle gerçekleşmişti. Şanar Yurdatapan, Kıbrıs’ın iki tarafındaki iki arkadaşını görüştürmek için iki telefon kullandığını iki ahizeyi birbirine dayadığını anlatır. Şimdilerde masal gibi geliyor değil mi? Cep telefonunun olmadığı zamanları bile tahayyül edemiyor zamane gençleri.
Gençlere buluşmayacaksınız demek, barış kültürüne dair bir programı iptal etmek düşmanlıktan yana olanlara ne kazandırır? Barış kültürünün engellenemez yükselişine bir çelme takmış oluyorlar yalnızca. Köprülerin altından nice sular geçmiş. Tarihin çöplüğüne gönderilmesi gereken hala orada duruyorsa kötü kokusunu yayıyor ve manzarayı bozuyor en fazla. Başka bir çağdayız ve değişim kavranamayacak kadar hızlı.
Boşuna çekilmedi onca acılar. Bir dönemin ayrımcı şiddetine boyun eğmeyenler gururla geçebilir şimdi o kapılardan. İçi kin ve nefretle dolu olanlar ise kendi mutsuzluklarıyla baş başa.
Geçmişteki kara propagandalardan etkilenenlerin değişimini görmek nasıl da mutlu ediyor beni. Gerçek ne kadar acı olursa olsun yalandan değerlidir. Gerçeği görür ve onu kökenlerine inersin. Anlarsın ama kabul etmez ve değiştirmeye çalışırsın. Barış çalışmaları göklere beyaz güvercinler uçurmak değildir. Tam tersine sorunun en derinine inmek, kötülüğe meydan okumaktır. Çatışma sadece Kıbrıs’taki iki toplum arasında değil ki; evde eşler, sevgililer, iki kardeş arasında da çatışma var. Çatışma hep olacak ve çözümü bulunacak. Mesele çözümün barışçıl yollarla bulunmasında, her türlü şiddetin önüne geçilmesinde. Kimse kimseyle tamamen aynı fikirde değil ve böyle olmasına da gerek yok zaten.
Barış çalışmalarına bir adalet arayışı eşlik etmeli her zaman. Adalet hayatta en zor olan. Çoğu zaman da yerine getirilemeyen bir şey. Yani mutlak adalet mümkün görünmüyor. Önemli olan adalet duygusuyla hareket etmek. Geçmişte yapılan bir haksızlık için dilenen bir özür bile iyi gelebiliyor insana.
Karşı karşıya getirilen bazı kategorilerin nasıl da anlamsız olduğunu deneyimleyerek görebiliyor insan. Kategoriler genelleme içerir çünkü. Ayrıca kendini sabitleyen bir kategori niye başka kategoriler tarafından ele geçirilmesin. Belki de kesişen kümelerdir bunlar. Yani yıllarca şu üçüncü tekil şahıs “Rum” ile neler kastedilmiş? Gençler bunu gülünçlüğünü göremeyecek böylesine düz mantığa teslim olacak kadar aptal mı? Bu “Rum” biz “Türk”ün ezeli düşmanıymış. Peki kim karar vermiş buna? Tarih öğretmeni mi?
Gençler bir araya geldiğinde Çatışma paradigmasının hüküm sürmesine imkân yok. Nasıl bir kandırmacanın içinde olduklarını anında kavrıyorlar. Geçmişte yaşananları ise kavramakta güçlük çekmeleri büyük bir olasılık. Barış Kültürü buluşmalarını engelleyebilirsiniz ama barışı engelleyemezsiniz. Halk zekâsı bunu yapmaya çalıştığınız için o ünlü sloganı yaratıp benimsedi zaten: Kıbrıs’ta Barış Engellenemez.