Dünyanın bin bir türlü derdi gelip cümlelerimin önünü kesiyor bazen. Kendimi bir konuya veremiyorum. Belleğim tasnif etmekten yorulmuş, neyi saklayıp neyi silikleştireceğine karar veremez hale gelmiş sanki. Bu ülkenin her iki yarısındaki gençler ve onların yurt algısı üzerine bir yazı yazmalıyım diye düşünüyordum sabah. Sonra dikkatim acayip dağıldı. Twitter’e girince Türkiye’deki Ülker 1 Nisan Şakası krizi çıktı karşıma. Gezi döneminde birisi “Ülkemiz olmasa aslında çok eğlenceli bir yer “demişti ya; onu düşündüm. Birbirinden eğlenceli mesajları okuyup videoları izleyip durdum. Hem güldüm hem de kaygılandım doğrusu. Kıbrıs’ta yaşamak pek çok ülkenin derdini birden çekmek aslında. Birkaç kamusal alan içinde gibisin. Senin kaderini doğrudan etkileyecek politik gelişmeler oralarda da yaşanıyor çünkü.
Sonra biraz Kıbrıs’la ilgili haberlere göz gezdirdim. Görüşmeler tekrar başlayacak duygusuna kapıldım ama bu pek heyecanlandırmadı beni.
Bu hafta Medya Dili dersimdeki öğrenciler (Tümü Kıbrıslı Rum) projelerini ve sunumlarını yapıyorlar. Bir gazeteci gibi Kıbrıslı Türklerle söyleşiler yapmaları lazım. Çoğu durumda onlara eşlik etmek zorunda kalıyorum çünkü kimileri daha önce Kuzey’e ya hiç geçmemiş ya da birkaç kez geçmişler ve üzerlerinde çekingenlik var. Benimle oldukları zaman yaptıklarından zevk aldıklarını hissediyorum. Neden şehrin öteki yarısına sık sık geçmediklerini düşündüğümde de anlayabiliyorum onları. Geçmek için bir nedenleri olmamış büyük olasılıkla. Ya da sadece çekinmişler; geçince ne yapacaklarını, nereye gideceklerini, kendilerine nasıl davranılacağını bilmemişler çünkü.
Bu gençlerin kafasında Kıbrıs yarım. Yarım bir adada doğup yarım bir adada yaşamışlar. Adanın diğer yarısıyla ilgili anıları, ekonomik, kültürel ya da duygusal bağları yok. Sadece empoze edilmiş bir bellek var ortada. Yıllarca onlara sunulan anlatılar var. Adanın öteki yarısı yetişkinlerin gözyaşı dökmelerine neden olan bir mekân, politikacıların diline pelesenk olmuş bıktırıcı bir hikâye, bir yetişkin sendromu olarak duyuyor ortada.
Belki de Kıbrıs’ın ihtiyacı görüşmelerden önce bir barış kültürü seferberliği. Adanın her iki tarafından insanlar için geniş ve anlamlı buluşma, paylaşma olanaklarının sağlanması.
Gerçek bir barış süreci yaşıyor olsaydık bunlar gerçekleşirdi kuşkusuz. Her iki tarafta Barış Bakanlıkları kurulabilirdi örneğin. Her Üniversitede Barış Çalışmaları bölümleri olurdu, okullara Barış Kültürü dersleri konurdu. Belki de bunlar Federasyon öncesinde yapılması gerekenler. Bir moratoryum dönemi kararı alınıp bunlar yapılsa mesela.
Böyle söylüyorum ama devlet aklı, erkek aklı böyle bir akıl değil biliyorum bunu. O sonsuz hantallığı, karışık hesapları, amaçlaşan araçları, bürokratik heyulaları görebiliyorum.
Böyle düşünüp duruyorum yine de. Olup biteni içim almıyor çünkü.
Görüşme masasında olup biteni tam bilmesek de iki liderin birbirinin kalbini çok kötü kırdığı ortada. Sanki bir “yüzünü şeytan görsün” durumu var. Çok incitici sözler söylenmiş, köprüler yakılmış gibi. Meydanı terk etmiş güreşçiler öfkelerini yatıştıramamışlar hala.
Bütün bunlar şaka değil. O masada paramparça olan geleceğimiz. Dalgalara kapılmış bir gemide bilinmez bir geleceğe doğru sürükleniyor gibiyiz.
Bu duruma sevinenleri görüp yenik düştüğümüz duygusuna kapılabiliriz ama bu harami saltanatının ilelebet sürmesi de mümkün değil.
Böylesi karanlık dönemlerde en iyisi küçük mumlar yakmaktır. Herkes küçük bir mum yaksa apaydınlık olur her yan.
Yapılacak olan insanları barıştırmak, topraktan önce insanları birleştirmektir. Yakınıp duracağımıza bu küçük mumları yakmaya girişelim derim ben. Öteki toplumdan birinin kalbini kazanalım; birlikte güzel bir zaman geçirelim. Birbirimizin derdini anamaya çalışalım. Hata gördüğümüzü, bizi inciteni kırmadan anlatalım.
Barışı kuracak olan küçük jestlerdir. Bıkmadan, usanmadan devam etmekten başka çaremiz yok.