Ocak ayının son haftasını Barselona şehrini keşfederek geçirdim. Başta La Sagrada Familia olmak üzere tarihi yapılarını, sokaklarını, yollarını, insanını, yemeklerini, heykellerini ve en önemlisi de şehrin kendisini tanımaya çalıştım.
Bu şehir bir turiste ne vereceğini biliyordu. Renkli sokakları, tarihi, yemekleriyle kışın içinde bile sokakları canlı canlıydı ve turistlerle doluydu.
Peki, neydi insanları Barselona’ya çeken? Aslında belki de bunun başlıca sebebini açıklamak için tek bir şey yeterli olabilirdi: Antoni GAUDİ
Gaudi bundan tam 137 yıl önce inşaatı başlayan La Sagrada Familia’nın mimarıydı. Tam bir dehaydı. Zekası ve becerisi Mimar Sinan, Leonardo Da Vinci, Le Courbusier ile eşdeğerdi.
Klasik bir Katedral olarak inşa edilecek olan La Sagrada Familia’nın tasarımını üstlenmişti 1882’de. Ve o şartlarda, hiçbir bilgisayar simülasyonu olmadan inanılmaz bir bina ortaya çıkartmıştı. Kolonları ağaçlar gibi tasarlayıp, plakaları yapraklar gibi taşıtıyordu.
Belki de en önemlisi renklerdi. La Sagrada Familia, Park Güell, Casa Mila gibi şaheserlerini tasarlarken renkleri ve organik formları o kadar güzel kullanmıştı ki, bu birkaç örnek zaman içinde tüm şehrin renkler tarafından ele geçirilmesine sebep olmuştu.
Ve renkler sadece görselde değil, sokaklarda, müzikte, insanların psikolojisinde hissedilir olmuştu zamanla. Tüm şehir, sesiyle, rengiyle, tadıyla, dokunuşuyla ve psikolojisiyle gökkuşağına boyanmış haldeydi.
Gaudi olmasa endüstriyel ve vasat gri bir kent olacak bu şehir, bir mimarın şehre ne kadar katkı sağlayabileceğini adeta kanıtlıyordu gözlerimin önünde
Eserleri sadece şehrin imajını ve yüzünü belirlemekle kalmamıştı. Günümüze kadar gelecek bir domino etkisi ile Gaudi, Barselonalılara tasarımın kent için ne kadar önemli olduğunu öğretmişti adeta. Ve siz Barselona’yı gezerken bir seri küçük detay ile tasarımın şehir hayatını ne kadar iyileştirdiğini görebiliyordunuz:
- Limanda yürürken bankların yanında cam duvarları fark ediyordunuz mesela. Merak içerisinde bu banklara oturup cam blokları incelerken rüzgarın üzerinize hiç vurmadığını ve tüm limanı cam bloğun içerisinden görebildiğinizi fark ediyorsunuz.
- Metronun son vagonunun bağlandığı yerde üçgen bir çıkıntı ve yükselme yapıldığı dikkatinizi çekiyor. Vagon uzunluğunda olan bu yüksekliğe anlam veremezken, aslında bunun yenilikçi bir engelli rampası olduğunu ve doğrudan zemin kata çıkan bir asansöre bağlandığını fark ediyorsunuz.
- Ana caddedeki oturma grupları garibinize gidiyor. İkili bankın yanına konulmuş tekli bank biraz eğri. 15-20 derecelik bir açıyla diğer oturma gruplarına yönelmiş halde. Gidip “acaba sabit değil mi” diye yokluyorsunuz. Hemen birkaç adım ötede bank grubunda oturup sohbet eden gençleri fark ettiğinizde, bu 15-20 derecenin sohbet için ne kadar önemli olduğunu anlıyorsunuz.
- Bit pazarının üzerine konulacak mimari çatı sistemini burayı varoş bir pazardan turistlerin en çok ziyaret ettiği bir yer haline getirdiğini, ancak pazarı gezerken fark ediyorsunuz.
- Bu ve bunun gibi daha bir çok detay ile Barselona’yı mayhoş bir halde geziyorsunuz.
Barselona 137 yıldır inşaatı devam eden ve henüz yarısına gelmiş La Sagrada Familia inşaatıyla ve Gaudi tarafından renklendirilmiş şehriyle tasarımın önemini her ölçekte anlıyor. Ve bu yaklaşımı da her yıl 9 milyon turist ile ödüllendiriliyor.
Lefkoşa ise Selimiye Meydanı’na koyduğu insanları engelleyen banklar, Lokmacı Kapısı’na inşa ettiği ahşap hilkat garibesi ve bir gram toprak bırakmadan tamamen beton ile ördüğü yeni pazar yeri ile tasarımın ne kadar umurunda olmadığını ülkemize gelen turistlere kanıtlıyor.
Biliyorum belki içimizden bir Antoni Gaudi çıkması çok büyük bir ihtimal değil, ama bu şehrin artık turizmini geliştirmesi için her ölçekte TASARIMA önem vermesi gerekiyor. Ve bunu yapmak da zor değil…
Tek ihtiyacımız biraz istek, biraz irade, ve bolca da VİZYON.