Kıbrıs’ın yakın tarihi bir hınç tarihidir. Bunda kuşku yok! Fakat bu ülkede hınç sadece tarihsel bir olgu değil, günümüzde de baskın bir duygu halidir.
Hıncın haksızlıktan, engellenmekten, eşitsizlikten, tıkanmışlıktan ve acizlikten türediğini kabul edersek, hem Kıbrıslı Rumların, hem de Kıbrıslı Türklerin farklı aşamalarda farklı hınç duygularına kapıldıklarını ve hala hınç duygusuyla yaşadıklarını söyleyebiliriz.
Sosyal bilimlerde genel kabul gördüğü üzere, eğer bir etnik grup engellendiğini, haksızlığa uğradığını ve statü bakımından kendini layık gördüğü konumun altına itildiğini düşünürse, bu durum kaçınılmaz olarak kırgınlık, kızgınlık ve hınca yol açar ki, etnik çatışmalarda en çok karşılaştığımız duygu durumu budur.
Örneğin, Kıbrıslı Türkler modernleşmenin ilk aşamalarında, -20.yüzyılın başlarında- “milleti hakime” konumundan önemsiz bir azınlığa dönüşüp geri plana düştüğünde, hınç duygusuna kapılarak, üstün etnik grup karşısında statü yükselmesi arayışına girdiler. Bu statü arayışına 1950’li yılların sonunda etnik şiddet refakat ettiğinde en kuvvetli duygu hınçtı.
Ve hınç milliyetçiliye eklemlenmişti...
Kıbrıslı Rumlar Kıbrıs Cumhuriyeti kurulana kadar Kıbrıslı Türklere karşı hınç duymuyorlardı, çünkü kendilerini üstün görüyor ve Kıbrıslı Türkleri küçümsüyorlardı.
Unutulmamalıdır ki, “üstün” olanlar hınç duymazlar! Nitekim Nietzsche “üst-insanını” hınç insanının tam tersi olarak tanımlar!
Aslında, Kıbrıslı Türkler de kendilerini “aşağı” ve “geri” görüyor, Kıbrıslı Rumlara özeniyorlardı... Fakat Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte etnik gruplar arası ilişkiler bambaşka bir mecraya girdi. Kıbrıslı Rumlar “haksız yere statü kaybına” uğratıldığını düşünüyor ve bunun sorumlusu olarak da ağırlıkla Kıbrıslı Türkleri görüyorlardı. Kıbrıs Rum toplumunun self-determinasyon-Enosis talebini “engelleyen taraf” ilan edilen Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumların kızgınlık, kırgınlık ve hıncına hedef olmuşlardı. Nitekim, 1963 yılının sonunda da Kıbrıslı Türklere karşı rövanşist hınç duygusuyla harekete geçtiler.
21 Aralık 1963 tarihinde başlayan ve 1964 yılı boyunca devam eden etnik çatışmalarda Kıbrıslı Türkler büyük kayıplar verdiler. Statü kaybına uğrayarak “devletsiz bir topluma” ve kendi ülkesinde haklardan yoksun adeta bir “paryalar topluluğuna” dönüştüler.
Kıbrıslı Rumlar “intikam” aldıkları için 1964 sonrasında hınç duygusundan arınırken, Kıbrıslı Türkler hınca gömüldüler. Fakat içine düştükleri ortamdan çıkamadıkları için, hınçları acizlikten besleniyor ve kendilerine çaresizlik olarak geri dönüyordu...
1974, Kıbrıs’ta hınç duygusunun seyri açısından 1964’ten farklı bir ortam oluşturdu. Kıbrıslı Rumlar, kendi güçlerini kat kat aşan büyük bir şiddetle karşı karşıya geldiler ve büyük bir felakete uğrayarak hınca gömüldüler.
Yüzlerce yıldan beri yaşadıkları yurtlarından sökülüp atıldılar ve bir daha oralara dönemediler. Ülkeyi bölen ve karşılarına dikilen şiddet-duvarının güneyinde, çaresizlik içinde kıvranıp durdular. Uğradıkları haksızlık ve kayıplar sonucunda baş gösteren melankoli ile hınç, milliyetçi söyleme eklemlendi ama içine sürüklendikleri durumdan çıkmaları mümkün olmadı. Max Scheler’in, “zihnin kendini zehirlemesi” olarak tanımladığı ve korkunç çaresizlikten türeyen hınç duygusu toplumun bütün benliğini kuşattı.
Ve hınç, bütün bir toplumu adeta “geçmişin çarmıhına” çaktı...
Bu duyguların ne zaman ve hangi ortamda şiddet patlamasına yol açacağını kestirmek mümkün değildir. Kesin olan şudur ki, Kıbrıs Rum toplumu hınç biriktiriyor ve diş biliyor...
1974, Kıbrıslı Türklerde bambaşka duygulara yol açtı. 1960’lı yıllarda kapıldıkları çaresizlik ve hınç duygusu sona erdi. Türkiye’nin yarattığı “Kuvvet Nizamı” onlara haksız yararlar sağladı ve hiç bir moral/ahlaki rahatsızlık duymadan başkalarına ait malın-mülkün sahibi oldular.
Gelgelelim, 20.yüzyılın başlarından beri arzu ettikleri statü yükselişine kavuşamadılar ve sonunda dünya nezdinde statüsü olmayan bir topluma dönüştüler.
Statü sahibi olamadıkları gibi, etkin bir kolektif özne de olamadılar. 1974’te kendilerine çeşitli imkanlar sunan Kuvvete biat ediyorlar ya da o Kuvvetin altında kıvranıp duruyorlar.
Varlıkları tanınmadığından, neredeyse hayaletimsi bir görünüm çiziyorlar ve görünür olabilmek için her yola başvuruyorlar.
Bu arada, yaşadıkları topraklara durmadan nüfus yığılıyor ve ne i-düğü belirsiz bir kalabalık oluşuyor. Her şey değişiyor ama kendi iradelerinden bağımsız olarak değişiyor...
Tıkanmış, engellenmiş bir durumdadırlar ve çıkış yolu bulamıyorlar.
İşte, bu nedenlerle Kıbrıs Türk toplumu da hınç biriktiriyor. Fakat bu hıncın net ve açık bir hedefi, yöneldiği bir karşı-özne yoktur.
Kıbrıslı Rumlara karşı 1960’larda duydukları öfke 1974’ten sonra kaybolmuştur. En milliyetçisi bile, “Benim Rumlara düşmanlığım yoktur” diyor. Yani, “artık düşmanlığım yoktur” demek istiyor. Ve “artık” sözcüğüyle anlatılmak istenen şey, 1974’te Kıbrıslı Rumların uğradığı kayıplar kadar, kendi haksız kazanımlarının da farkında olduğudur.
“Hami Kuvvete” karşı da hınç beslemesi söz konusu değildir. Beslese bile, bu, derin bir çaresizlik duygusuyla örtülmüştür.
Bu durumda geriye iki şey kalıyor: Günü gün etmek ve kendine acımak!
Nitekim, olan da budur...