İlker Başbuğ’un garantiler konusunda Kıbrıslı Türklere söz söyleme hakkını yasaklayan görüşleri üzerinde ciddi ciddi düşünmek gerekiyor.
Emekli subayın söyledikleri ile Türkiye’de müesses nizamın aynı doğrultuda düşündüğünü anlamak için Ankara’daki yetkililerin tek tek benzer açıklama yapmalarını beklemek saflık olur.
Bu sözleri tarihsel bir perspektif açısından okursak, ortada bir paradigma değişikliği olduğunu söyleyebiliriz: Türkiye Kıbrıs’a Kıbrıslı Türkler üzerinden geldi ama artık Kıbrıslı Türklerin rızası olmadan hatta onların hilafına olsa bile ada üstünde jeo-politik iddialarını sürdürmeye kararlı görünüyor.
İkinci olarak, bu sözlerle sadece Kıbrıslı Türklerin iradesi hiçe sayılmıyor, Kıbrıslı Türklere karşı duyulan bir memnuniyetsizlik ve şikayet de dile getirilmiş oluyor. Sarf edilen kelimelerin arasında “siz kim oluyorsunuz” çıkışını hissetmemek mümkün değil.
Türkiye’den Kıbrıslı Türklere dönük “siz kim oluyorsunuz” efelenmesi yeni bir olgu değildir. Belli zamanlarda dile getiriliyor. Yakından bakınca, en çok da Kıbrıslı Türklerin çıkarlarıyla Türkiye’nin çıkarlarının ayrıştığı kavşaklarda dillendirildiğini görürüz. Örneğin Mümtaz Soysal Kıbrıslı Türkler AB üyeliğine canla başla sarıldıklarında, “siz kim oluyorsunuz da Türkiye AB’ye girmeden AB üyesi olmaya kalkışıyorsunuz” deyivermişti.
İslami kanattan da belli aralıklarda benzer sesler yükseliyor. Örneğin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Eyy beslemeler... siz kim oluyorsunuz... oradaki asker benim, toprak benim” anlamına gelen sözler söylememiş miydi?
Lozan Antlaşmasıyla ada üstündeki bütün hak ve taleplerine son vermiş bir ülke olan Türkiye, Kıbrıslı Türklerin Enosise karşı direnci ve Türkiye’yi devreye sokmak için inatçı ısrarı olmasaydı, ne garantör ülke olabilirdi, ne de Kıbrıs üstünde bu denli siyasi ağırlığa sahip olabilirdi. Fakat öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’de bazı çevreler Türkiye’nin artık Kıbrıslı Türklere ihtiyacı olmadığını düşünüyor. Nasıl olsa, Kıbrıs’ın kuzeyini her şeyiyle ele geçirdiklerine inanıyorlar. Kıbrıslı Türklerden tek beklentileri bütünüyle “ulusun” buyruğu altına girmeleridir!
İlker Başbuğ’un siyaseten kabul edilmez sözleri, teknik açıdan da yanlıştır. Garanti Antlaşması dört tarafın imzaladığı ve hak elde ettiği değil, yükümlülük altına girdiği bir anlaşmadır. Kıbrıs Cumhuriyeti ve üç garantör ülke arasında 16 Ağustos 1960 tarihinde imzalanan bu anlaşmanın altında Cumhurbaşkanı Muavini Dr. Küçük’ün ve Cumhurbaşkanı Makarios’un da imzaları vardır. Bütün tarafların ortak rızası olmadan anlaşmanın değiştirilemeyeceği veya ortadan kaldıramayacağı doğru olsa da, Yunanistan, Kıbrıs Rum tarafı, İngiltere ve Kıbrıslı Türkler “bu anlaşmaya son verelim, artık lüzumsundur” derlerse, Türkiye tek başına bu anlaşmayı hayatta tutabilir mi?
Türkiye’nin 1974’te adaya müdahale ederken uyguladığı savaş stratejisi ve sonrasında güttüğü politikalar Garanti Antlaşmasını açıkça çiğnemedi mi? Kıbrıs’ın bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini korumak ve bozulduğu takdirde bozulan anayasal düzeni yeniden tesis etmek ve sadece bu amaçla harekete geçmek yükümlülüğünü üstlenen garantör Türkiye bunların hangisini yerine getirdi?
Ayrıca, Kıbrıslı Türkleri dünyadan tecrit edilmiş bir topluluk olarak yaşamaya mahkum eden bu anlaşmanın çiğnenmesi ve uluslararası hukukun hilafına KKTC’nin ilanı değil mi?
Bu anlaşmanın devamında ısrar etmek, belki “Büyük Türkiye” düşü görenlerin jeo-stratejik fantezilerine hizmet edebilir ama bu, Kıbrıslı Türkleri tecrit koşullarında yaşamaya mahkum eder.
Fakat İlker Başbuğ Kıbrıslı Türklerin çıkarlarıyla ilgilenmiyor. Türkiye’nin olası AB üyeliğinden sonra bile adada Türk askerlerinin varlığından söz ediyor. “Unutulan Ada Kıbrıs” adlı kitabında şunları yazıyor: “Türkiye, bir gün eğer gerçekleşirse, AB’ye girdikten sonra da, tespit edilecek seviyede Kıbrıs’ta Türk askeri gücünü bulundurmalıdır. (...) Her halükarda, kuzeydeki varlığı devam ettirilecek Türk askerlerinin oradaki mevcudiyetiyle caydırıcı bir rol oynayacağı ve gerekli hallerde de alacağı güvenlik tedbirleriyle olayları önleyebileceği hiç unutulmamalıdır. Türkiye AB üyesi olduktan sonra bile, bu husustan vazgeçmemelidir.”
Başbuğ’un Kıbrıs Türk toplumunun seçtiği lidere “haddini bildirmeye” dönük sözlerinde öfke ve üstü örtülü tehdit var.
Bu ülkenin çocukları “analarından” böylesi bir muameleyi ilk defa görmüyorlar. “Ulusun” buyruğu altına girmeyi reddedenlerin tehditle yola getirilmeye çalışıldığı çok görülmüştür. Hem de Garanti Antlaşmasına baş vurarak... Çarpıcı bir örnek verelim.
1971 yılıydı. Yunan Cuntası Kıbrıslı Rumların gidişatından hiç memnun değildi. Helenizm’in Kıbrıslı evlatları Yunanistan ile göbek bağını kesmiş, kendi yollarında ilerliyorlardı. Cunta Şefi Yorgos Papadopullos 20 Temmuz 1971 tarihinde Makarios’a yazdığı bir mektupta aynen şöyle diyordu: “Eğer Kıbrıs Helenizm’i ulusal bünyeden ayrılma kararı alırsa –ki bu hakkı vardır-, Yunanistan’ın Helenizm’e karşı tarihi sorumluluğunun ötesinde, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve görevleri vardır, dolayısıyla da uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmesi söz konusudur.”
Görüleceği gibi, uzun yıllar Enosis yolunda kol kola yürüyen “ana” ve “çocuğun” yolları ayrılınca “ana”, “soy birliğini” bir anda unutuverdi ve Kıbrıslı Rumlara “Garantör Yunanistan’ı” hatırlattı.
Bugün Kıbrıslı Türkler ile Türkiye arasında farklı bir bağlamda olsa da benzer bir durum yaşanıyor. Kıbrıslı Türkler ile Türkiye’nin çıkarları bu aşamada kesişmiyor ya da kesişmediği düşünülüyor. Kıbrıslı Türklerin büyük bir kısmı geleceğini AB’ye üye federal bir devletin ortağı olmakta görüyor. Gelinen aşamada Garanti Antlaşması bu tarihi adımın karşısında bir engel olarak duruyor. Aslında soğuk kanlı bir değerlendirme yapılırsa, böyle bir gelişmenin Türkiye’nin de çıkarlarına hizmet ettiği anlaşılacaktır ama damarlarda akan asil kanın sıcaklığı soğuk kanlı bir değerlendirme yapmaya izin vermiyor.
AB üyesi federal Kıbrıs devleti bir sürü açıdan Türkiye’nin işine gelir. Kıbrıs’ın temelli bölünmesi ise bir sürü açıdan Türkiye’nin aleyhine olur. Özellikle jeo-politik açıdan... Adanın bölünmesi demek, Yunanistan’ın ve belki başka devletlerin de Kıbrıs’ın güneyine konuşlanması demektir. Ayrıca, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’in enerji haritasının dışında kalması demektir. Listeyi gönlümüzce uzatabiliriz.
Hamasi nutuklar atmak yerine, bütün bunları etraflıca düşünmekte yarar vardır...