Bir 21 Aralık günü vesile oluyor ve dört yaşında göçmen oluyorsunuz. Korumasız bir hayata kanat açıp, sefil bir ortama sürükleniyor, bin bir sorunla boğuşuyorsunuz. Gözleriniz dövülmüş bir köpeğin gözleri gibi boş bakıyor ve her tarafınızdan “maraz” akıyor.
Yerli çocuklara gıpta ediyorsunuz. Onların görece daha düzgün kıyafetlerine imreniyorsunuz. Elinizde bir kuş lastiği dere tepe dolaşıyor, kuş avlanıyorsunuz. İnsan içine çıkamıyorsunuz ya, kendinizi doğaya vuruyorsunuz. Yerlilerin incir ve zerdali ağaçlarına tırmanıyor, yakalanırım korkusuyla tiril tiril, meyve çalıyorsunuz.
Okul çağına geliyorsunuz. Okula gittiğiniz ilk günden itibaren kendinizden utanmaya başlıyorsunuz. Fukarasınız. Pantolonunuz size göre değil, siz pantolona göre uydurulmuşsunuz sanki. Ayakkabılarınız da öyle. Üstelik yabancısınız. Öğretmen size konuştuğu zaman kızarıyorsunuz. Kızlarla konuşamadığınız için de kızarıyorsunuz. Özgüven duygusundan payınıza hiç bir şey düşmemiş. Ağzınızı ne zaman açsanız, kızarıyorsunuz. Deve gibisiniz yani, her tarafınız eğri, her tarafınız yanlış!
Marazi ve utangaç bir çocuksunuz ve tutunacak bir çift güzel söz işitmek istiyorsunuz. Oysa sizi fark eden yok! Fark edildiğiniz zamanlar da oluyor elbette, ama sadece azar işitmek için.
Yıllar geçiyor, biraz daha büyüyorsunuz. Etrafınızda rol modeli yok. Göçmenlikte ebeveynlerinizi keşfediyorsunuz, size sevgilerinden başka verecek hiç bir şeyi olmayan. Öğretmenlerin sorularını eve taşımak nafile bir çabadır, evden doğru cevap çıkmıyor. Aile çobanlıktan mücahitliğe terfi etmiş, yazı filan bilmiyor. Doğru yanıtları siz bulacaksınız, hem okula, hem de hayata dair… Sınıfta kırk yılda bir ağzınızı açıyorsunuz, cevap tabii ki yanlış. Rezil oluyorsunuz. Yanı başınızda oturan üstü başı düzgün yerli kız karşısında utancınızdan yerin dibine giriyorsunuz.
Erginlik çağına geliyorsunuz ve serde erkeklik var! Fakat bunu ispatlayacak hiç bir başarınız yok. Güzel top oynayan, tiyatrolarda sahne alan, yüksek sesle konuşan yerli erkekleri kıskanıyorsunuz. En çok da kızlarla fingirdedikleri için…
Velhasıl, akıp gidiyor hayat, her gün biraz daha aşağılanarak…
Öyle umarsız yuvarlanıp giderken, kasabaya sinema geliyor. Sinemanın hoparlörü durmadan şarkılar çalıyor. Bir tür “ezan” gibi, ama sizi namaza değil, sinemaya çağırıyor. Sinemaya dadanıyorsunuz ve hayatınız değişiyor. Gerçekten değişiyor mu, o ayrı konu… Bir bakıyorsunuz ki, Yeşilçam’ın bütün jönleri tıpkı sizin gibi. Sizin gibi marazi, utangaç, fukara, mağdur ve mert… Şimdi anlıyorsunuz, meğer yoksulluk ve mağduriyet müthiş erdemlermiş! Az konuşan, marazi ve boş gözlerle bakan utangaç erkekler, (ağır ol molla desinler ekolünden), güzel kadınlar tarafından keşfediliyorlar. Umutlanıyorsunuz. Fukara yanınıza bir Ayhan Işık, mağdur yanınıza bir Kartal Tibet, mert ve cesur yanınıza bir Cüneyt Arkın yerleştiriyorsunuz ve kendinizi iyice donatıyorsunuz. Sonra marazi bir yüz ifadesiyle bir köşeye çekilip, keşfedilmeyi bekliyorsunuz. Fakat nedense olmuyor. Hakkınızda bir çift güzel söz edilmiyor. Kızlar yine ilgisiz…
En sonunda “Çirkin Kralı” keşfediyorsunuz. O hem mert, hem fukara, hem de çirkin adam size herkesten daha fazla uyuyor. Yılmaz Güney hayranı oluyorsunuz. “Cingöz Recai”, “Tarkan”, “Malkoçoğlu” yavaş yavaş tarihe karışıyor. Varsa yoksa Yılmaz Güney… Birileri kulağınıza üfler gibi onun solcu olduğunu fısıldıyor. Solcusunuz artık. Fukara, mağdur, mert ve solcu… Sizi adam yerine koymayan dünyayı değiştiren...