Türkiye yeni bir döneme adım adım ilerliyor. Cumhuriyet öncesi öngörülen ve ilk adımları atılan, kuruluştan sonra şekillendirilen “batı eksenli” model yerini, daha farklı bir modele bırakıyor.
Batı değerleri dediğimiz, temelde Aydınlanma ile bilinen; aklın üstünlüğünü bireyin ve toplumun özne olma halini tarif eden, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratik ilkeler üzerinden şekillendirilen siyasal sistem, aklın egemen kesinliğini terkederek farklı referanslar üzerinden yol alacak… Dolayısıyla devlet yönetimi de, devlet-birey, devlet-din ilişkileri de farklılaşacak bir döneme girilecek. Yani kısacası modernleşme dediğimiz değerler toplamı ve bütünlüğünü sarsacak (ters yüz edecek demiyorum) bir yol olacak bu…
Yetmiş yıllık Kemalist rejimin, demokrasi ve insan hakları karnesinin hiç de iyi olmadığı, sürekli kesintilere uğrayan sistemin Bonapartist dayatma ile ayakta durduğu, temel siyasi değerleri tabana yayma ve demokrasiyi yaygınlaştırma konusunda isteksizliği bilinen bir gerçektir. Vatandaşı, seçkinler sınıfı üzerinden dar anlamda kurgulayan ve temsiliyeti bununla sağlamaya yönelen Kemalizmin adil bir düzen yaratmadığı da ortadadır. Eğer Kenan Evren gibi faşist bir militer figür Kemalizm adına onbinleri ezecek bir darbenin liderliğini yapmışsa, tüm muhalif kesimleri her açıdan yok etmek üzerine kurulu bir akılla toplumun üzerinden silindir gibi geçmişse, ülkeyi muhalifler için işkence merkezi haline getirmişse…varın bunun ne denli demokratik sistem olduğunu düşünün.
Eğer abartılı bir örnek gibi geldiyse aklınıza, bunu Demirel’den Özal’a kadar da uzatın…Devlet aklı, Kemalizmin ideolojik ekseni üzerinden halktan kopuk bir şekilde meşruluğunu sağlamayı çalıştı.
Tarihi sarkacı “cami ile kışla” arasında gidip gelmek olan Türkiye siyasetinin, hukukun üstünlüğüne dayalı, sosyal hakların genişletildiği, siyasetin tabana yayıldığı, insan hak ve özgürlüklerine dair standartların hayatın tüm alanını kapsadığı, gerçek anlamda seküler bir rejime kavuşmasının kendi iç dinamikleri ile mümkün olup, olamadığı çok tartışılan bir konu oldu. Dış dinamikler açısından bütünsel bir model sunabilecek yegane toplum modeli projesinin Avrupa Birliği üyeliği olduğu ve Türkiye’nin kadim “batılılaşma” mücadelesinin ancak bu bağlamda gerçekleştirilebileceği bir döneme damgasını vurdu. Bu görüşün ancak “kısmen” doğru olabileceğini düşünmekteyim. İç dinamiklerce geliştirilmemiş, benimsenmemiş ve içselleştirilmemiş herhangi bir sosyal projenin kalıcı bir modele dönüşmesi imkansızdır. Bu durum da, dış dinamiklerin siyaseten değil ancak bir model olarak sağlayacağı etkiyi elbette göz ardı etmez.
2003 - 09 döneminden AKP’nin ilk dönemi olarak bahsedebiliriz. Bu dönem, Türkiye’nin AKP ile birlikte tabana dayalı bir demokrasi hatta doğuyu gözeten bir batılılaşma projesi adına dikkat çektiği yıllardı. Avrupa Birliği üyelik sürecinin demokratikleşme adına kısmen de olsa önemli etkileri olduğunu düşünmek mümkün.
2009-2010, Türkiye’nin dümen kırdığı ve rotasını batıdan kaydırdığı yıllar oldu. Bu dönemle birlikte, AB’den kesin bir kopuş yaşanmadı elbette. AKP’li Türkiye, giderek tırmanın bölgesel sorunları, “sıfır sorun” politikası ile ele almaya ve verili bölgesel sorunları kullanarak bir tür “bölgesel emperyal güç” olmaya yöneldi. Dış politikanın, iç politika üzerinde etki kurduğu ve onu şekillendirmeye çalıştığı bir dönem. “Bölgesel güç” yaklaşımı ile Doğu Akdeniz yanında Suriye ve Irak’taki gelişmeler üzerinden yeni bir bakış açısı geliştirilmeye çalışıldı.
Bölge için kendini olmazsa olmaz aktör olarak tanımlarken, aslında bölgesel siyasi ve ekonomik gelişmeler üzerinden Türkiye’yi yönetme siyasetini merkezine aldı.
Bu bağlamda bir yandan siyasi varlığını eklektik bir anlayışla belirginleştirirken bir diğer yandan önceki dönemlerde çalıştığı neredeyse tüm batı yanlısı tüm kadrolarını tek tek tasfiye etti.
Elbette, “bölgesel emperyal güç” stratejisi başarılı olmamakla birlikte, tüm komşularla yeni sorunlar da oluşmaya başladı. Bölgesel dış politika ile, iç kamuoyunu yönetme siyasetine, yolsuzluk, hırsızlık, demokratlara baskı, kürt siyasetini ötekileştirip terörist ilan etme eklenince işler daha da büyüdü, iç siyaset yönetilemez oldu.
Bu noktada Kürt sorunu konusundaki samimiyetsizlik, tutarsızlık ve “çözüm süreci”ni aniden iç savaşa dönüştüren siyasetin yarattığı yıkım da not edilmeli. Türkiye halkları yanlış siyaset sonucu yine acının, cinayetin esiri yapıldı. HDP’lilerin sivil siyaset yapmasının engellenmesi bu bağlamda yeni projenin bir parçası haline getirildi.
Bugün bu acımasız siyaset yeniden bir kırılma noktasında. AKP’nin yeni- Yeni Türkiyesi, “Avrasyacı” bir ülke. İnsan haklarına dayalı demokratikleşme modeli yerini, görüntü olarak batı değerlerini ağırlıkla Osmanlı geleneği üzerinden şekillendirmiş “otokratik siyasal düzen”e bırakıyor. Elbette bir siyasi dönüşümün olmazsa olmazı sosyal ve kültürel değişimi zemin olarak kullanarak. Aydınlanmanın aklı yerini giderek dini referanslara bırakarak yol alacak. Vatandaşlık fiilen tebaaya dönecek, etkisizleşecek.
Tamamlanmamış Cumhuriyet projesi yerini başkalaşmış bir Cumhuriyet düzenine bırakıyor. Daha fazla demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, modern seküler hayat yerine daha az demokrasi, çok daha az siyaset ve baskıcı “itaat et rahat et” dönemi başlıyor. Kimsenin “şimdilik” hayat tarzına, demokratik muhalefetine itiraz edilmeyecek…
Şimdilik !