Leyla Kıralp yazdı: “Bir Kıbrıslı daha evine, yerine hasret kalarak hayata veda etti…”
Leyla Kıralp
Yarım asırdan fazla bir zaman dilimi içerisinde, Kıbrıs halkı birçok travmalar yaşamıştır. Bunların başında göç, yoldan belden, evlerinden alınıp götürülen, katledilip kaybedilen ve hala bulunamayanlar, tecavüze uğrayanlar, evlerinden yerlerinden edilip hala geri dönemeyenler…
Her olayın farklı travmaları vardır. Bu travmaların yarattığı olumsuzluklar hala devam ediyor. Fakat ne yazık ki bu travmaları zafer olarak kutlayabilenler de vardır. Ganimet bazıları için “zafer” olarak kabul edilse de, bazıları için ne yazık ki gözyaşı, acı ve psikolojik sorunlardır.
1974 savaşından sonra Kuzey’e ancak 1975 Mayıs ayında geçebildim. Ve 1975 Ağustos ayından bugüne kadar yaşadığımız Aşağı Maraş Ayia Paraskevi’deki (“9 Mart Caddesi”) 34/A numaralı eve yerleştim. Ev çok yeni idi. Fakat boştu. Eve ait hiçbir eşya yoktu. Fakat eşyalı halini görenler “Bu evde çok zengin biri yaşıyormuş” diyorlardı.
Eve alışmam ve yerleşmem çok uzun zaman aldı. İskân Dairesi tarafından bana tahsis edilen bu evi seneler sonra milletvekili hatta bakan olan birisi İŞGAL etmişti. O zamanlar İskân Dairesi’nin başka birine tahsis ettiği bir eve yerleşene İŞGALCİ denirdi. Ve İskân Dairesi memuru rahmetli Şemmedi ve Polis gelerek işgalciyi dışarı atıyor, eve elinde tahsis belgesi olanı yerleştiriyorlardı. O zamanlar İŞGALCİ olmak suçtu. İşgalci kısa süre içerisinde işgal ettiği evden atılıyordu. Şimdi işgal kelimesine neden bazıları tepki gösteriyor? İşgal sana ait olmayan bir yere hukuka aykırı olarak el koymaktır. Bunda kızacak, öfkelenecek ne var? Hukuksuzluk yapıyorsan bedelini er veya geç ödeyeceksin!
Ganimetçi de çok konuşuluyordu o günlerde. Türkiye’ye vapurlar dolusu Rum malı taşındı. Yatlar, arabalar, altınlar, paralar, eşyalar… Yerli halk da ganimet yapmıştı. Kimileri sadece yaşamak için, kimileriyse zengin olmak için. Ve “Ganimet Kültürü” bugün bile devam ediyor.
1975 Ağustos ayında yerleştiğim bu ev, yeni ve güzel bir evdi. Benim Zigi’de (Terazi) bıraktığım evim de güzel ve yeniydi. İçinde bir yıl bile oturamamıştım.
Geldiğim bu eve alışmak, bu evde yaşamak çok zor oldu benim için. Ev güzel. Fakat güzel olması, savaşın yarattığı travmanın etkilerini gidermeye çare olmadı. Aksine beni mutsuzluğa ve umutsuzluğa daha da fazla itti.
Ev yabancı, şehir yabancı, insanlar yabancı. Üstüne üstlük kültür de yabancı. Ganimet kültürü…
Evin her odasında, her köşesinde bilmediğim tanımadığım ev sahiplerinin “ah” dediklerini işitiyordum. Kimdi bu evin sahipleri? Yaşıyorlar mıydı? Yoksa onlar da benim eşim gibi katliama uğrayıp kayıp mı olmuşlardı? Keşke evde onlara ait bir eşya, bir belge bulabilseydim!
Benden önce bu evi işgal eden ve sonradan vekil, hatta bakan olan o TC uyruklu kişi, işgalci diye rahmetli Şemmedi tarafından evden çıkarılırken bana şöyle demişti: “Siz Terazi’de harnupların altında oturuyordunuz, eviniz yoktu”. Benim evim de vardı, iş yerim de vardı. Ve orası bugün Zigi’nin (Terazi) en meşhur balık lokantası oldu. Senin Türkiye’de neyin vardı ki ona karşılık bu evi istiyordun?
Ev sahiplerini hep merak edip durdum. 1981’de yeniden evlendim. 1986’da oğlumuz Şevki Kıralp doğdu. Bugüne kadar o evde yaşadı, halen orada yaşıyor. Çocukluğu, okulu, oyunları, arkadaşları hep o evde. Benim için köydeki evim ne ise, oğlum için de bu ev odur.
Fakat bu evin bizim kendi evimiz olmadığını, gerçek sahibinin Kıbrıslı Rumlar olduğunu çocuk yaşında öğrendi ve hep öyle bildi.
23 Nisan 2003’te sınır kapıları açıldığı zaman günlerce evin gerçek sahiplerini bekleyip durduk. Her kapı çalındığında heyecanlandık.
Önce kızları Yuanna ve Tina geldiler. Oldukça nazik biçimde içeriye girdiler. Çekine çekine yatak odalarına gittiler. Etrafa bakındılar, ağlamaya başladılar. Sarıldık, birlikte ağladık. Salonda kahvelerini içerlerken babalarına telefon açtılar: “Ev çok iyi durumda, bıraktığımız gibi. Evde oturanlar da çok iyi insanlar” dediler.
Daha sonra Bayan Lenya ve Bay Akis geldi. Sarıldık, ağladık. Bay Akis salona oturdu. Evi dolaşmadı. Eşi Lenya yaşlı ve özlem dolu gözlerle dolaştı. Anılarına sarılmak istedi fakat kolları boşluğu kucakladı!
Bay Akis mütevazı bir şekilde anlattı: “Bu ev 1974’te bitti. 6-7 ay kadar oturabildik. Bitişikteki ev de bizim. O evde 13 yıl yaşadık”.
Bayan Lenya’ya evin anahtarlarını verdim. “Bu ev sizindir. Oturmak isterseniz anahtarlarını alın biz hemen bu evden çıkarız”. Bana şu cevabı verdi: “Peki ya Denktaş?”.
Lenya ile ilişkilerimiz bugüne kadar sürüyor. Özel günlerde birbirimizi arıyor, hal hatır soruyoruz. İlk kitap tanıtım geceme katılmış ve söz alarak konuşmuştu.
Bay Akis ile fazla görüşme fırsatımız olmadı. Çünkü kendisi oldukça yoğun ve çalışkan bir insandı.
Evinde 44 yıldır yaşadığımız Bay Akis, çalışkan bir iş insanı, iyi bir aile babasıydı. Aslen Mağusalı’ydı ama 1974 sonrasında Limasol’a yerleşmişti. 60 yılı aşkın bir süre hizmet verdiği denizcilik sektöründe olağanüstü bilgiye sahipti. Kıbrıs Denizcilik Şirketleri Birliği başkanlığı, Mağusa Lions kulübü başkanlığı, Mağusa Denizciler Lokali üyeliği, İşverenler ve Sanayiciler Federasyonu üyeliği, Mağusa Ticaret ve Sanayi Odası üyeliği gibi görevlerde bulundu. Kıbrıs-İngiltere ve Kıbrıs-Çin ticari ilişkiler odalarının ve Kıbrıs Seyahat Birliği’nin de üyesiydi.
Sevgili arkadaşımız Charoulla Marcou’nun dayısı olan Bay Akis, 17 Nisan 2018’de ne yazık ki hayata veda etti.
Ölüm haberi aile olarak hepimizi üzdü. Eşi Lenya’yı, kızları Yuanna ve Tina’yı arayıp baş sağlığı diledik. Konuşamadım. Çok duygulanmıştım. Kelimeler boğazımda düğümlenmişti. Fısıltı gibi bir cümle çıktı daralan boğazımdan: “Bir Kıbrıslı daha evine, yerine hasret kalarak hayata veda etti”.
Güle güle Bay Akis! Huzur içinde uyu! Sen evinde 7 ay oturdun, biz ise 44 senedir oturuyoruz. Fakat sen de biliyorsun ki senin evinde yaşamak bizim tercihimiz değildi.
Sevgili Lenya, Yuanna, Tina ve arkadaşımız Charoulla! Mustafa, Şevki ve ben, Bay Akis’in sizde yarattığı boşluğun ve acının büyüklüğünün bilincinde olarak hepinize sabır diliyor, yaşadığınız duyguları paylaşıyor ve sevgilerimizi gönderiyoruz.
(LEYLA KIRALP – 19.7.2018)
*** Pek çok “kayıp” şahsın gömü yerinin bulunmasında önemli rol oynayan gazeteci, çevreci Mustafa Gürsel yazdı: “İstediğimiz sadece onlar için birer mezardır….”
“KONUŞUN… Bildiklerinizi mezara gömmeyin!”
Mustafa Gürsel
Kıbrıs adasında 10 bin yıldır insanlar yaşıyor.. Bu adada yaşayan bizler, hepimiz, bu 10 bin yıllık tarihin mirasçılarıyız. Adamızın; insanımızın, doğal ve tarihi çevremizin durumu ortadadır.. Bu adanın iyi çocukları, olamadık.. Bu ada bizim anamızdır, anamızın yüzünü, güldüremedik… Onu özellikle yakın geçmişte, hıçkıra hıçkıra ağlattık… Çoğumuz görmüyor, duymuyor, umursamıyor, hissetmiyor ama adamız, yani anamız, hala ağlıyor.. Kayıp insanlarına ağlıyor.. Sessizce, iç çekerek…
Ana babasını, eşini, çocuğunu kaybedip de bir ömür onların acısıyla yanan insanlar var aramızda. Anasın babasız erkenden büyüyen çocuklar. Genç yaşta dul kalan, bu acısı yetmezmiş gibi tek başına hayatın yükünü de omuzlayan analar. Bir ömürdür evlat acısıyla yaşayan, yüreğinde bu acıyla aramızdan ayrılan analar babalar var…
Kayıplar konusu, ada tarihinin en üzücü, utanç verici, yürekleri en çok dağlayan ve en uzun süre devam eden dramıdır. Bu kara lekeyi, silemeyeceğiz alnımızdan. Bu derin yara gün gele kapansa da, izi hep kalacak.. Günlük hayatın sorunları içinde bu konu pek göze çarpmıyor olabilir. Ama binlerce insan, yüreğinde kayıp ana babasının, eşinin, evladının acısıyla yaşamaktadır… Bu insanların ziyaret edebilecekleri, çiçek bırakabilecekleri, iki damla gözyaşı dökebilecekleri, başında bir dua okuyabilecekleri, eğer varsa birkaç anı hatırlayabilecekleri mezarlar yoktur. Onların sevdikleri bir kuyudadır. Bir gaminidedir. Aceleyle açılmış bir çukurda, bir yarıktadır. Bilinmez bir yerdedir. Belki gömülmemiştir bile… Belki olduğu yerden, sırf bulunmasın diye, başka bir yere taşınmıştır. Belki de, uyduruk bir kutunun, bir kasanın, bir torbanın içindedir…
Bu kayıplar ateşi, sadece düştüğü yerleri değil, düşmediği yerleri de, hepimizi de, ama en çok da, “bilip de konuşmayanları” yakmalıdır. Eğer bildiklerinizi söylemekle birçok insanın acılarını hafifletebilecek durumda iseniz, bunu yapmalısınız. İnsanlık onurunuz “Konuşun” diyor. Vicdanınızın sesini dinleyin: “Konuşun” diyor…
Bilip de konuşmayanlar, vicdanlarının sesini hala dinlemeyenler hiç korkmasın. Konuşmak onlara sadece onur ve huzur verecek. Sustukları sürece birer korkak ve merhametsizdirler. Ama konuştukları anda, birer kahraman…
Bilip de konuşmayanlar veya “insan kaybedenler” hiç korkmasın. Aradığımız bilenler veya yapanlar değildir. Aradığımız, kayıp insanlarımızdan geriye kalanlardır. Onların da birer mezarları olsun. Sadece budur istediğimiz. Kimselere kin de gütmüyoruz.. Çok iyi biliyoruz ki, bu işleri başımıza, hep o kinler açtı…
Kayıplarla ilgili bilgisi olup da bugüne kadar susanlar insanlık adına artık lütfen konuşsun. Çok geç kaldılar bunu yapmak için. Yaşlı ana babalar bir ömür evlat acısıyla yandı ve evlatlarını bir mezara koyamadan bu dünyadan göçüp gitti. Artık geride kalan evlatlar, kardeşler de ölüyor…
Çok sayıda kayıp henüz bulunamadı ve bunların bazıları da belki hiç bulunamayacak. Çünkü bilgisi olanlar, başka insanların acılarını hafifletebilecek bilgilerini, bedenleriyle birlikte mezara gömdüler. Bazı kemikler yok edildi, bulunamayacak yerlere atıldı belki de. Henüz konuşmayanlar bilsinler ki, böyle yapmakla ne vatana, ne de millete hizmet ettiler. Sadece, bir kahraman olarak bu topraklarda ebediyen huzur içinde uyuma şanslarını geri teptiler…
Konuşmayanlar; siz sustuğunuz sürece onların mezarları olmayacak. Biliniz ki siz hala duymasanız da vicdanlarının konuşuyor, “Konuşun” diyor… Toprağın altında bile bu ses hiç susmayacak, peşinizi hiç bırakmayacak… Eğer kayıp şahısları oldukları yerlerde bırakırsanız, aslında onlar gibi sizin de mezarlarınız olmayacak.. Hücreleriniz olacak…
(MUSTAFA GÜRSEL – 19.7.2018)