Filiz Besim
Bayram demek bir masanın çevresinde çoluk çocuk toplanmak demek benim için…
Çocuğunu elinden tutup hâlâ yaşıyorsa eğer, kıymetlilerini dolaşmak sarılmak, “iyi ki varsınız” diyebilmektir…
Geç kalmamaktır…
Bayram demek, çoluk çocuğa harçlık vermektir…
Sevdayı, sevgiyi ve vefayı ertelememektir…
***
Bir bayram ritüelidir bizimkisi her bayram yaşanan. Çoğu Kıbrıslıtürkün benzerini yaşadığı…
Öğlene doğru anne, babada bütün kardeşler, eşler ve torunlar toplanır. Hızlı bir kutlamadan sonra hummalı bir masa hazırlama işlemi başlar. Kadınlar salata ve masa kurmak gibi işlerle uğraşırken ailenin ortanca oğlunun görevidir ciğeri büyük bir saça koyup pişirmek. E biz Baflıyız, bayram sabahı ciğer olmazsa olmazdır. Ben hiç merak etmedim bu ciğer nasıl hazırlanır, nasıl pişirilir diye ve evimde de hiç denemedim ama o ciğer bayram sabahına özel öyle bir lezzettir ve de lezzetlidir ki. Olmazsa olmaz işte ve elbette yanında nohutlu çöreğimiz. Eskiden halam yapardı nohutlu çöreği ama artık Münevver abamız var, tüm Güzelyurt bölgesinin o tadına doyulmaz hoş kokulu, baharatlı çöreğini yapan…
Annem ne mi yapacak? Mutlaka fırın makarnasını. Sonra da masayı donatacak. Kendi el emeğinin Kıbrıslı tatlara kattığı o özel lezzetlerle buluşturacak bizi. Baf tepelerinden toplanmış gappari, çakisdes, kendi elcikleriyle yaptığı hellim ve daha neler neler…
Hep mi çocukluk konuşulur bu yemeklerde? Bugünün çocukları, pür dikkat kesilir anne babalarının çocukluk serüvenlerine. Yeniden ve yeniden duyumsanır o kardeş olmanın dayanılmaz keyfi. Köklerinden sökülüp gelen insanların toprağa, kültüre ve en önemlisi de, birbirlerine tutunma mücadelesi vardır anlatılan hikâyelerin derinliklerinde…
Çok gelenler takılır bu sofraya, kâh bir çatal ciğer, kah bir yudum zivaniya ile…
Asmanın altında içilen acı kahvedir bekli de bu muhabbetin son değilse de hiç bitmesin istenen paha biçilemez anları…
HALALAR…
Ama yolcu yolunda gerek, daha ziyaret edilecek halalar ve diğerleri vardır. Diğerleri değilse bile illa ki halalardır bizim ailede mutlaka gidilesi bir bayramın ilk gününde… Köyün en yukarısından başlayıp aşağı mı gelmeli? Yoksa en aşağıdan küçük haladan mı başlanmalı?
Hepsinin özel bir menüsü vardır bu güne dair. En yukarıdaki hala mutlaka herse yapmıştır ziyaretçilerine… Diğer bir adıyla “dövme” de dense bu buğdaylı, tavuklu özel yemeğe, öyle herkesin yaptığı beğenilmez işte. O işin ustası en yukarıdaki haladır. Evi hep kalabalıktır bu halanın, hersenin dışında sunacağı çok şey vardır ziyaretçilerine. Acılı yüreği sıcacık bir karşılamayla şenlenir, şenlendirir. Eniştenin sesi hep gür, hep neşeli…
Mutlaka fırın yanmış, çörekler, zeytinliler, hellimliler hep eski taş fırından çıkmıştır. Ziyaretin sonunda, arabanın arkasında eve götürülecek çok el emekleri vardır ve çoğu zaman bir saksı da Kıbrıslı çiçek…
UNUTULMAZ ANILARIN EVİ…
Hemen biraz aşağıda, en büyük hala vardır. Ben daha sekiz yaşında iken günler süren çetin ve acılı göç yollarından sonra ilk geldiğimiz o ev. Derin iz bırakmış anıların, hiç unutulmayanların evi. Sıcacık domatesli hellimli tarhana çorbasının kokusu hâlâ burnumda. Duvarda asılı Rum gelinin fotoğrafı gözümün önünde. Buram buram nostalji. Sevdiğim kalemlerden Milan Kundera nostaljinin matah bir şey olmadığını anlatırken kelimenin kökenine gider. ‘Nostos’ eski Yunancada dönüş anlamındadır. ‘Algos’ ise hüzün. Dolayısıyla, Milan Kundera der ki; “Nostalji bir geriye dönüş arzusundan kaynaklanan ama karşılık bulamayan bir hüzün, hatta acı çekme halidir.” İşte öyle bir hüzün duyuyorum ben bu eve her gelişimde. Yine de halamın her şeye rağmen şen kahkahaları mutlandırır bizi. Kimileri artık aramızda olmayan kaybettiğimiz aile fertleri konuşulur. Yeni doğan, taze aile bireylerinden haberdar olunur. Evlenenler ve ayrılanlar, hepsi bize insana dair yaşanmışlıklar…
Kızı olmadığı için kız çocuklarına çok düşkün halam. Dindar ama gezmeye meraklı. Kıbrıs limonatası, kuruyemiş ve ekmek kadayıfıdır onun bayrama özgü ikramları.
Sırada ortanca halam vardır. Evi, bahçesi hep çok tertiplidir. Bir tanecik kızı, damadı ve torunudur bütün derdi. Hani “adanmak” var ya, işte öyle bir yaşam felsefesidir onunki, o çok sevdiklerine adanmışlık. Yaptığı her şeyi çok güzel yapan, bir zamanlar köyün bir numaralı terzisi. Bayramlarda ona verilen görev sütlü güllaç tatlısını hazırlamaktır. Onunki kadar lezzetlisini hiç yemedim. Hani sevgi katmak denir ya, sanırım bu ortanca halam sevgi katar güllacına, ya da bayram ziyaretçileri bizlere…
Aslında en çok da onun evinde dalarım nostaljiye. Duvarlarında hep kronolojik olarak dizilmiş aile fotoğrafları vardır. “Kimler geldi, kimler geçti?” diye sürüklenmeye başlarken fotoğraflar arasında yine nostaljiye takılıyor kafam. Sanırım artık yaşlanıyorum. Çünkü duvarlardaki herkesi tanıyorum. Güçlü bir eski kokusu alıyorum. Ben bu bayram kesin karar veriyorum. Nostalji benim göçebe ruhuma acı veriyor. Duvardaki simaların hepsi beynimde onca anı ile resmigeçide giriyor ve bu resmigeçit, aslında beynimi kemiriyor. Sahi, güçlü bir hafıza, sağlam bir duruş mudur hayatta; yoksa içten içe zararlı mıdır?
ASKER – GÖÇMEN KIZ AŞKI…
Son uğrak yeri dört numaralı halamdır. En küçüğüdür ailenin ve en neşelisi, tatlısı... Hep gülen, ailesine belki de en düşkün olandır. “Dertleşmek” deyince hatırladığım, çiçek isteyince telefonu açıp sipariş verdiğimdir. Tek Türkiyeli eniştemiz de bir başka özeldir o evde. En çok da onların aşklarını hatırlarım o eve gidince. 74’den hemen sonra yaşanan asker - göçmen kız aşkını. Karadenizli eniştem memleketinden ve ailesinden uzak olsa da, Kıbrıs’ı ve bizi hep kendi ailesi gibi algıladı. Nostalji yapıp geçmişe takılmadı, hiç geçmişinin peşine düşmedi ve bizlerle birlikte “Kıbrıslı” oldu. O, kendi özelinde, yaşamını bizim yaşamımızla harmanlayarak bugünü ve bizi yaşadı aslında.
Küçük halamın özel menüsü genellikle tel kadayıfı ve sütlü börektir. Hepsi el emeği…
Dedim ya, bayram demek aslında geç kalmamaktır biraz da…
Sevdayı, sevgiyi ve vefayı ertelememek…