“Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?”
(“Bizim Büyük Çaresizliğimiz” kitabından. Barış Bıçakçı.)
Eski dostuz, aynı kuşaktanız. İstanbul’da üniversiteyi aynı yıllarda, farklı bölümlerde okuduk. O da “kurşun kubbeler” şehrinde uzun yıllar geçirdi. Bir dönem, gençliğin dinamizminin ve heyecanının kuşattığı ortak bir zamanın tasasını, sevincini, zorluğunu, coşkusunu birlikte yaşayarak paylaştık. Farklı tarihlerde de olsa gün geldi ikimiz de başladığımız yere, adaya geri döndük. O şimdilerde emeklilik günlerini sırtını dağa dayamış, önünde kuşbakışı görüş ufkunda sonsuza doğru genişleyen denizin olduğu köyde, babadan kalma evinde, en büyük keyfim, “cennetim” dediği bahçesiyle uğraşarak geçiriyor. “Keşke mümkün olsa da ‘emri hak vaki’ olduğunda buraya gömülsem” cümlesini kendinden defaten duymuşumdur. Bahçe işlerinden geriye kalan zamanını okuyarak ve uzun yürüyüşler yaparak geçiriyor. Sessiz ve sakin, mütevazı bir hayatı var. Bu gönüllü yaşama halini, gecenin bir vakti beklenmedik bir anda posta kutuma düşen mesajları da gayet iyi anlatıyor. Bazen Edip Cansever’in “su” şiirinden “bir gün, bir uzun gün hep denize baktım” (dizede yer alan “baktık” kelimesi yerine “baktım”ı kullanarak küçük bir değişiklik yapıyor) dizesi, ya da Nietzsche’den mülhem “dağlarda bolca yürüyüşler ve muazzam sohbetler yapıyorum kendimle” veya kendi kurduğu “şimdilerde zihnimde ve ruhumda sarsıntılar yaratan bir kitabın içinde yol alıyorum” cümleleri, yaşadığı mütevazı hayatın şiirsel ve düşünsel boyutlarını ifade ediyor gibidir. Fırsat buldukça bir araya gelmek ve eski günlerden başlayarak bugünlere ve yarınlara uzanan sohbetler etmek ve de okumakta olduğumuz son kitaplar üzerine konuşmak ise ortak keyfimiz.
Pandemi nedeniyle, uzun bir süre, arada karşılıklı gidip gelen mesajlar dışında, görüşme fırsatı bulamamış (ikimizin de teknoloji özürlü olmamız bunu oldukça sınırlıyordu), bu sohbetlerden mahrum kalmıştık. Geçende koltuğunun altında kitaplar çıkageldi. Doktor randevusu varmış, o vesileyle gelmiş, sonrasında fırsat bu fırsat kitapçıya da uğramış, buraya kadar gelmişken beni de görmeden dönmek istememiş. Endişeli bakışlarımdan anlamış olmalı sormadan anlatmaya başladı: doktora gidişi kalp yönünden kontrol amaçlıymış, muayene, testler, tahliller neyse ki en azından şimdilik ciddi bir sorun yok gibi görünüyormuş; ancak yine de kesin konuşmak için anjio gerekliymiş, iki ay sonraya gün almış. Bu arada yarı şaka yarı ciddi eklemeyi de ihmal etmedi: “tevellüt eskidi hocam, artık daha fazla dikkat etmek iktiza ediyor.”
Ne vardı ne yoktu, neler oluyordu derken koyulaşan sohbet esnasında şunu fark ettim ki, geçmişin giderek daha uzuyor olması (haliyle gelecek de giderek daha kısalıyor olması) insanı her zamankinden çok bir hafıza yolculuğuna sürüklüyor ve bunun sonucu olarak o geçmişe yönelik ‘hatırlamak’ ve ‘anmak’ edimleri de ister istemez bir iç hesaplaşmayı dayatıyor. (Dünyanın bugünkü dehşetengiz hal-i pür melalinin bunu teşvik ettiğini -biz bugünleri böyle mi tahayyül etmiştik?- söylemek de herhalde yanlış olmasa gerek) Dahası bu iç hesaplaşma geleceği de kapsayan bir sorgulamaya dönüşüyor ve işte tam da bu noktada hem düne (ne/ler/yaptım?) hem bugüne (ne/ler/yapıyorum?) ve hem de geleceğe (ne/ler/yapmak istiyorum?) dair sorular ardı sıra sökün etmeye başlıyor.
Buradan bakınca birey olarak bugüne kadar yaptıklarımız ve bundan sonra yapacaklarımızla (yapacaklarımızı umduklarımızla) anlamlandırmaya çalıştığımız hayatımızı, şu ya da bu kadar, bir serüvene dönüştüren en büyük dayanağımız irade gücümüz, kimileyin küçümsenmeyecek işler yapmamızda belirleyici rol almışsa da, sonuçta an geliyor bütün o kader çizgimizi zorlama ve aşma çabalarımız sınırlı ömürlerimiz olduğu gerçeğine toslayarak, bizlere son kertede kendi kaderimize mahkûm olduğumuzu da hatırlatıyor. Düşlerimize, düşüncelerimize, inançlarımıza ve tutkularımıza sığınarak kendimize ait ve kendi irademizle belirlediğimiz her şeyin, aslında sınırlı ömürlerimize damgasını vuran ve çoğu hiç hesapta olmayan rastlantıları zorunluluklarımız olarak yaşamak ve onlardan inançlarımız, düşünce ve ideallerimiz, aklımız ve irade gücümüzle ve hayallerimizle kendimize göre sonuçlar çıkarmaktan ibaret ve de gücümüz dediğimiz şeyin, belki de sadece hükmü kendi bildiğince işleyecek olan -Amor fati (kaderini sev) diyen Nietzsche’nin son söylediği üç cümlenin şunlar olduğu rivayet edilir: “her şeyin sonunda ölüm”; “atları ortalığa saçmıyorum”; “ışıklar söndü”- kaderimize karşı sınırlı başkaldırılarımız olduğunu keşfediyoruz..
Ancak böyle olsa da, ya da kendimize göre yaşadığımız sürece devam edecek olan bu çabalarımız, hüzünle karışık o beyhudelik duygusuyla her an yüzleşecek ve bir vesile ile bunu hatırlatacak olsalar da, hangi büyük ya da küçük gerekçeler olması hiç fark etmeksizin yine de bizleri yaşam dediğimiz bu macerada daha iyiyi, güzeli, huzur ve mutluluğu aramaktan, dünyayı değiştirme ve dönüştürme düşüncesinden ve bu yolda didişmekten, cebelleşip durmaktan da geri bıraktırmayacaktır. Ve en olmadık anlarda aklımıza düşen “Nereye kadar, nasıl, niçin, neden..?” sorusu da yine işte cebelleşip durduğumuz bu hayatın içinden çıkıp gelecektir. Kendimizi dünyaya ve insanlığa karşı sorumlu mu hissediyoruz, inançlı mıyız, düşünce ve ideallerimizin büyüklüğünde mi var oluyoruz, sevdalı mıyız, hülyalı mıyız; yoksa yorgun muyuz, üzgün müyüz, kırgın mıyız, pişman mıyız, ya da başımızda bir felaket mi gezinmektedir..? Öte yandan şu da var ki çok da ciddi nedenler aramak gerekmeyecektir insanın, çok basit gibi görünen, ancak bütün bir yaşamı ve düşünce dünyasını kucaklayacak kadar büyük bu soruları kendine sorması için çoğu zaman. Büyük düşüncelerimiz, inançlarımız, ideallerimiz, ideolojilerimiz, siyasal kaygılarımız bir yana; sıradan bir söz, bir bakış, bir duruş, bir görüntü, bir şarkı, bir cümle kısacası herhangi bir şey yeterli bir neden olabilecektir ilk bakışta önemsiz gibi görünen bu büyük soruların sorulmasında.. Nereye kadar? Ya da nasıl? Veya neden ve niçin..?
Başlangıçtan beri her an sorulup durulan ve yanıtları sürekli aranmaya devam eden bu soruların bizlerdeki varoluşsal yansıma biçimleri ise ayrı ayrı yaşam serüvenlerimizin bir bakıma sicilini oluşturmaktadır. Erdem, onur, haysiyet, ahlâk, iyi, kötü, adalet, hak, hukuk, özgürlük, saygı, anlayış ve daha bir yığın insan olma hallerimizin vazgeçilmezleri ve bizlerdeki tecelli biçimleri bu sorularda ve bu sorulardan çıkarılacak yanıtların mahiyetlerinde gizlidir. Bütün bu nitelikleri en iyi ve en olumlu biçimleriyle ne kadar sahiplenebildiğimiz, en sıradan olandan en yüksek ilişkilerimize varıncaya kadar bunları ne ölçüde ve nasıl uyguluyor olduğumuz ise var oluşumuzun ve de oluş sürecimizin kapsamını ortaya koymak bakımından geçerliliğini her daim koruyan unsurlar olmaktadır.
Eğer böyleyse, bugün itibarıyla gelinen aşamada neler söylenebilir? Çoğunlukla ihtiraslarımıza ve tutkularımıza yenildiğimiz, yüce düşüncelerimiz ve ideallerimiz adına kolaylıkla zalim olabildiğimiz, kendimiz için istediklerimizi başkaları için istemekte zorlandığımız, düşünce ve görüş farklılıklarımızı kolaylıkla bir çatışma ve nefret ilişkisine dönüştürdüğümüz, kendimizi her konuda haklılaştırmada büyük ustalık gösterdiğimiz, karşımızdakini anlama ve bağışlamada çok cimri davrandığımız ve yığınla benzeri zaaflarımız göz önüne alındığında, sicilimizin pek de temiz olduğunu söylemek herhalde mümkün değil.. Öylesine kaptırıp gidiyoruz ki gücümüze ve tutkularımıza kendimizi, sonunda varlığımızın geçiciliğini unutup sanki içinde bulunduğumuz anın bir sonsuzluk olarak hep yaşanacağı duygusuna kapılıyoruz.
Bir kaçış mıydı, yanılsama mı yoksa geçici bir rahatlama hali miydi; yüzlerdeki maskelerin çıkarılması, hiçbir art niyet ve çıkar beklentisi olmadan düşünceleri duyguları engelleyen/yönlendiren sınırların tümden aşılması, kendine dair her şeyin açıkça ifade edilmesi ve aynı şeylerin karşıdaki tarafından da eksiksiz biçimde yerine getirilmesi demek olan dost ve dostluk ilişkisini bir kez daha yoğun biçimde yaşadığımız o sınırlı süre içinde gerçekleştirdiğimiz sohbetin, her şeyin kirlendiği, zor zamanların yaşandığı, aptallaştırıcı iyimserlikle kör kötümserlik arasında sıkıştığımız şu günlerdeki aklımıza ve ruh hallerimize iyi geldiğini sonuçta ikimiz de itiraf ettik.
Arayı fazla açmayalım temennisi ile onu uğurlarken, yazılarıma yönelik olarak yaptığı “okunmak istiyorsan yazılarını ve anlamı zorlayan/gizleyen cümleleri fazla uzatmamaya özen göstermelisin” eleştirisini ise (belli ki hâlâ beceremiyorum) en başta o dostluğun samimi ifadesi olarak aklımın bir köşesine yazdım.