Karantinanın herkesi aynı şekilde etkilemediğini biliyoruz. Bazılarımız evden de olsa çalışmaya devam ediyoruz. Özellikle de öğretmenler günlük öğretim faaliyetlerine uzaktan da olsa kesintisiz olarak devam ediyorlar. Karantinanın birçoğumuza fazladan bir zaman sağladığını söylemek yine de yanlış olmaz sanırım. İşe gidip gelmek için trafikte harcadığımız zamanı ya da sosyalleşerek geçirdiğimiz zamanı artık başka türlü şeyler yaparak geçiriyoruz. Dolayısıyla karantinanın içimizden birçoğuna (sağlık çalışanlarını ve bazı başka meslek grubu üyelerini bunun dışında tutamak gerek tabii) fazladan bir zaman yarattığı bir gerçek. Karantina günlerinde sahip olduğumuz ek zamanı değerlendirmenin en güzel yollarından biri de kitap okumak şüphesiz. Okumanın eğlendirici bir yanı olduğu kadar, günlük hayatın hızının ve stresinin neden olduğu zihinsel yorgunluğa karşı sağaltıcı bir yanı da var. Hepsinden önemlisi bazı kitaplar insanı değiştirir, dönüştürür, ona derinlik ve zenginlik katar. Bazen bir kitabı okumaya başlarsınız ve kitabı bitirdiğinizde siz kitabı okumaya başladığınızdaki kişi değilsinizdir artık. Bazı kitaplar insanın soru sorma, merak etme , şüphe duyma yetisini kuvvetlendirir. Böyle kitaplar insanları histerikleştirir.
Napoli Romanları- Elena Ferrante
Bugünlerde ikinci sezonu gösterimde olan "My Brilliant Friend"/"Benim Muhteşem Arkadaşım" dizisiyle birlikte Elena Ferrante'nin dört kitaptan oluşan "Napoli Romanları" tekrardan gündeme geldi. Kitaplara değinmeden önce yazardan, yani Elena Ferrante'den bahsetmek daha doğru olacak sanırım. Elene Ferrante aslında bir mahlas. Müstear isim kullanan Elena Ferrante'nın kim olduğunu kimse bilmiyor. Elena Ferrante "gerçek kimliğinin" gizli kalmasını istiyor. İngilizlerin The Guardian gazetesinde yayımlanan bir röportajının sonunda kendisine yönetilten "Peki bize kim olduğunuzu söyleyecek misiniz?" sorusuna "Elena Ferrante. Yirmi yılda 6 kitabım yayımlandı. Bu yeterli değil mi?" diye cevap veriyor. Bu da insanın aklına Alman filozof Heidegger'in biyografi yorumunu getiriyor .Heidegger'e göre düşünürlerin hayatlarının bir önemi yoktur. Önemli olan onların düşünceleridir.
Romanlara geri dönecek olursak Napoli Romanları birçok bakımdan bir başyapıt. Roman serisi iki küçük kızın sıradışı arkadaşlık hikayesini anlatıyor. Günümüz İtalya'sında altmışlı yaşlarda bir kadının eski bir arkadaşının kaybolmasını öğrenmesiyle başlayan kitap serisi bizi iki kadının ilkokul yıllarından başlayan arkadaşlığının zaman içinde nasıl evrildiğine şahit olmamız üzerine ellili yılların Napolisine götürüyor. Roman serisini çok boyutlu okumak mümkün. Sınıf farkı, İtalya'daki bölgeler arası ekonomik fark roman serisinin bütününe sirayet etmiş. Tabii romanların feminist bir okumasını yapmak da mümkün. Böyle bir okuma eril kimliğin dişil kimlik üzerine kurduğu tahakküm şeklinde klişe bir okumdan çok daha çetrefilli ve karmaşık bir okuma olurdu. Zira, kitaplarda erkeklerin kendilerinden beklenen roller nedeniyle sistem tarafından nasıl yaralandığına da şahitlik ediyoruz. Kitaplar dişil ve eril kimliklere atfedilen birçok özelliğin öteki kimlik tarafından da sahiplenilebileceğini bu nedenle saf kimlikten bahsetmenin ne kadar zor olduğunu ve kimlik siyasetinin zemininin ne kadar kaygan olduğunu da gözler önüne seriyor. Bence Napoli Romanları'nın en etkileyici yanlarından biri de bütün kitaplara sirayet etmiş kesif bir melankolik ruh hali. Roman serisi insan bir şeyi kaybetmenin, bir şeyin eksikliğini hissetmenin verdiği o gerilim dolu duyguyu en uç noktada yaşatıyor. Farklı zamanlarda hepimize bir şekilde musallat olan bu duygunun insanı insan yapan şeylerden biri olduğunu düşünüyorum. Romanın başında kaybolan oyuncak bebeklerden başlayıp da kaybolan bir kıza kadar varan kayıba ait duygu insanı bazen oturduğu yerden kaldırıp yere çivileyebiliyor. Elena Ferrante belki de Roman serisindeki iki kızın bir karışımı. Zira, Elena Ferrante tıpkı romandaki Elena gibi bir yazar ama romandaki ikinci kız Lila gibi kendi öyküsünün yazılmasını istemeyen biri de aynı zamanda. Eğer "Napoli Romanları"nı beğenirseniz romanlardan uyarlanan ve şu anda ikinci sezonu gösterimde olan "My Brilliant Friend" dizisini izlemenizi de salık veririm.
Nohut Oda - Melisa Kesmez
Genç Türk öykücü Melisa Kesmez'in üçüncü kitabı Nohut Oda beş tane öyküden oluşuyor. NOhut Oda Sait Faik Hikaye Armağanı'na layık görülen bir kitap . Çocukluk anıları, küçükken kurulan ilişkilerin sonradan hayatımızı nasıl etkilediği, aile bağları gibi temalara kitaptaki bütün öykülerde rastlıyoruz. Bu bağlamda öyküler biraz Freudyen aslında. Kitabı okurken aklıma gelen şeylerden biri de Edip Cansever'e ait şu sözlerdi: Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiç bir yere gitmiyor. Nohut Oda'yı öykü severlere tavsiye ederim.
Cinsellik Nedir- Alenka Zupancic
Sloven Psikanaliz Okulu'nun üç önemli isminden biri olan Alenka Zupancic son kitabı "Cinsellik Nedir"de cinselliği mercek altına alıyor. Sloven Psikanaliz okulunun diğer iki önemli üyesi Slavoj Zizek ve Mladen Dolar gibi Alenka Zupancic için de Hegel ve Lacan'ı tartışmak nefes almak gibi bir şey. Bu kitapta da değişen bir şey olmuyor ; Hegel ve Lacan bu kitapta da sıkça gönderme yapılan iki büyük düşünür olarak ön plana çıkıyorlar. Zizek'in "aramızdaki en iyi Lacancı odur" dediği Zupancic cinselliğin ufkunu genişletip, konuşmak gibi bir faaliyetin de cinsellik barındırdığını savunarak, cinselliği entellektüel bir seviyeye taşıyor.. Lacan'daki "eksiklik" kavramını ve onun ünlü "cinsel ilişki yoktur" düsturunu daha da ileri götürerek cinsellikteki eksikliğin Hegel'de de bulunan ontolojik bir eksikliğin tezahürü olduğunu savunur. Felsefe ve psikanalizle ilgilenenlerin kaçırmamaları gereken bir kitap.
İyi Adamın On Günü- Mehmet Eroğlu
Mehmet Eroğlu'nun polisiye romanı "İyi Adamın On Günü" aşık olduğu kadın için yaptığı fedakarlık sonucu hayatı kararan eski avukat Sadık'ın hayatıyla ve hayatındaki kadınlarla yüzleşmesini anlatır. Kendini tehlikeli ve esrarengiz bir araştırmanın içinde bulan Sadık'ın polisiye tarzı serüvenine şahitlik ederken kendimizi adalet, aşk, fedakarlık, etik gibi kavramları sorgularken buluyoruz. İyi Adamın On Günü sürükleyici bir roman. Geçtiğimiz haftalarda bu romanın devam olanrak yazılan Kötü Adamın On Günü romanı da okuyucularla buluştu. Bu romanı temin etmekle birlikte okuyacak zamanı bulamadım. Sadık'ın hayatının ne yönde değiştiğine şahit olmak şüphesiz ki heyecan verici olacak.
Mesih Garabeti- Slavoj Zizek & John Milbank
Ünlü Teolog John Milbank ile ünlü filozof Zizek'i bir araya getiriyor. Bu kitapta iki düşünür Tanrı ve Hıristiyanlıkla ilgili görüşlerini dile getirirken birbirlerine yönelik sert eleştirilerde de bulunuyorlar. Özellikle de Zizek'in Hegel'in yolundan giderek birçok materiyalistin aksine Hıristiyanlığı bir tarafa atmıyor oluşu dikkat çekicidir. Ona göre insanlar ateist olduklarını iddia etseler bile bilinçdışı bir inançla bir şeylere inanmaya devam ederler.Bu bağlamda Zizek Hristiyanlık yoluyla ulaşılabilecek sıradışı bir determinizm karşıtlığı öneriyor. Buna göre İsa'nın çarmıhta ölmesinden sonra kutsal ruh denilen şey insanların dayanışmasından başka bir şey değil. Zizek İsa'nın "Ne zaman iki ya da üç kişi sevgide bir araya gelse ben sizin aranızdayım" sözlerini harfiyen anlamamız gerektiğini söyler. Yani fiziksel olarak geri dönecek bir Mesih yoktur ve kutsal ruh da insanların bir araya gelip dayanışmasının bir diğer adıdır. Zizek Hıristiyanlıkta İsa'nın ölerek insanlara özgürlüğü verdiğini , artık her şeyi belirleyen nihai bir referans noktası olmadığını savunur. İyiliği de cennete gitmek gibi bir mükafat için değil sadece öyle olması gerektiği için yapmamız gerektiğini savunan Zizek "başkalarına yardım eden etik bir toplum" önerir.