30 yaşını geçmiş bir Kıbrıslı Türküm. Yaşıtlarım, benden önceki birkaç kuşak ve benden sonraki kuşaklar gibi ben de Kıbrıs sorununun içerisine doğdum. Hayatımızın bir parçasıydı bu sorun ve bilmediğimiz pek çok yönü vardı.
Doğu Akdeniz’in göbeğinde tek başına bulunan bir ada olmanın laneti yüzünden koskoca süper güçler merceklerini çevirmişlerdi üzerimize. Sadece bakmakla yetinmemiş, ellerindeki değnekler ile adeta dürtmüşlerdi bizleri.
Tabii, akıl almayacak olaylar da yaşanmıştı bu küçücük adada. Bizim nesillerimizin hiç tecrübe etmediği, belki de hiç anlayamayacağımız olaylardı bunlar. Ve her Kıbrıslı Türk gibi ben de hayatımın bir döneminde bu olayları araştırırken buldum kendimi.
Saatlerce Kıbrıs sorunu konusunda kitaplar okumaya, köşe yazılarını incelemeye ve bilgi edinmeye çalışıyordum. Saplantıydı benim için ve günümün büyük bir kısmını alıyordu. Saatlerce okuyor, okuyor ve okuyordum. Okudukça daha derine iniyor ve her sayfada konuya asla hâkim olmayacağımı fark ediyordum.
Bundan on yıl kadar önceydi ama devinim yine aynıydı. Kıbrıs sorunu çok ciddi bir şekilde gündeme gelmişti.
Dünya devletlerinden artık bu sorunun çözüleceğine dair ipuçları alıyorduk ve heyecanlıydık hepimiz. Bu sefer çözüm yakındı.
Olmadı. Birkaç gün önce sorun ne kadar çözülmeye yakınsa, ertesi günün de o kadar uzak oldu. “Bu sefer çözülüyor galiba” düşüncesi yavaş yavaş yerini “bu sorun artık çözülmez” düşüncesine bıraktı. Ve bir toplumun çözüm umudu o dönem yine bitti.
Dahası bu ilk kez başımıza gelmiyordu. Kıbrıs sorunuyla ilgili görüşmelere baktığımızda hep aynı devinim vardı: İlk önce çözümün geleceği sinyalleri veriliyor, insanlar umutlandırılıyordu. Ardından çözümün bu dakikadan sonra mümkün olmadığı işleniyor ve umutlar yerle bir ediliyordu. Ve bu döngü on yıllardır tekrar tekrar devam ediyordu.
Belki iki durumdan biri sürekli devam etse, toplum bir yerde isyan edip bu sorunu çözmek için isyan edecek ve durumu zorlayacaktı. Ama yine ‘çözülmez’ evresine girmiştik o dönem. Ve o gün pek çok arkadaşım gibi ben de çözümden beklentilerimi sorguladım: Kıbrıs’ta barış neydi ve bu barıştan ne bekliyorduk?
-Barış aslında Avrupa Birliği'ne girmek demekti. Ve eskisi gibi “Ülkemizde acilen toplu taşıma ağı kurulmalı” dediğimizde, yöneticilerden “Bizde toplu taşıma çalışmaz” cevabını almamak demekti.
-Barış aslında enerji verimliliğini sorgulamak zorunda kalacak bir kamu yönetimiydi. Gerek güneş panelleriyle, gerekse enerji performansıyla tüketimi azaltmak ve filtresiz elektrik santrallerinin kapatılması demekti.
-Barış aslında insan hayatını tehlikeye sokan tüm adımların hesabının sorulması demekti. Mesela otoban üzerine yapılan bir yaya geçidine izin verilmemesiydi. Eğer verildiyse de can kaybına sebep olan yöneticinin yargılanması demekti.
-Barış aslında AB normları içinde paydaş ve sivil toplumun söz sahibi olması demekti. ‘Ben bilirim, sivil toplum örgütlerine sormam, bildiğimi yaparım’ düşüncesi ile siyasi karar alınmasının önlenmesi demekti.
-Barış aslında tüm kentlere imar planları yapılması demekti. Hiçbir yatırımcının imar planına uymadan ekstra kat çıkamaması demekti. Tekil şahıslar için imar planlarının değiştirilmesinin önlenmesi demekti.
- Barış aslında bisiklet güzergâhlarının, yayalaştırılmış yolların ve bunun gibi diğer uygulamaların artık araba kullanımını azaltacak direktifler sayesinde “önceliğimiz bu değil” girdabından kurtulması demekti.
- Barış bu ülkedeki askeri bölgelerin çoğunluğunu kent ormanına dönüştürmek demekti.
- Kısacası barış halkın devlet için değil, devletin halk için var olmasını sağlamak demekti.
Tabii barış en temelinde bu küçücük adada farklılıklarımızı bir kenara bırakıp da birlikte yaşamak olmalıydı. Ama özellikle Kıbrıslı Türkler olarak bizlerin o kadar çok eksikliği vardı ki, barışa bu ihtiyaçlarımızı da yamamış bulunduk ister istemez.
Peki, hayatımızı ileriye götürecek bu adımları atmak için yarım yüzyıldan uzun süredir devam eden bu sorunun çözülmesini yeterince beklememiş miydik? Madde madde ilerleyeceğimiz, her adımda yaşam kalitemizi arttıracak bu adımlar için uzun ve anlamlı bir sürece girmek yerine, tembellik yapıp hepsini bir kalemde çözeceğine inandığımız bir çözümü bekledik yıllardır.
Bugün beklemekten vazgeçmemizin ve bu sorunları çözmeye başlamamızın zamanı geldi. Tek tek sorunları ele almalı, imar planları yapmalı, toplu taşıma oluşturmalı, trafik master planını çalışmalı, yasaların yaptırımlarını güçlendirmeli, enerji politikalarını ortaya koymalı ve yaşanabilir bir ülke olmak için ev ödevlerimizi yapmalıyız.
Çünkü ancak bunları yaptıktan sonra barışı, bu adada birbirimizle huzur içinde yaşamayı istediğimiz için arzu etmeye başlayabileceğiz.
Ve inanın barışı tüm ödüllerinden arındırıp sadece barış için istemek kesinlikle daha güzel, daha anlamlı ve daha kalıcı…