Derin bir nefes alır gibi batıyoruz ağır ağır!
Son on yıldır dünya çehresinde yaşanan onca acının sonucunda akla gelen bu cümle, iki haftadır göçte olduğum bu ülkede peşimi bırakmıyor.
Kumrular Sokak’taki patlamanın ardından “yaşam telaşıyla” evine yetişmeye çalışan ve bir gemici düğümüne dönmüş trafikte hayata tutunmaya çalışan bedenlerle kaplı her yanım.
Hepimiz bir bedeniz. Ben de! Siz de!
Hiçbir doğrunun/doğruluğun, doğrudan veya dolaylı olarak bir insanı öldürmeye hakkı olamayacağını düşünmekteyim.
Bu düşüncemden hiç vazgeçmedim. Çocukluğumda da böyleydim, üniversite yıllarımda da! Gün geldi Sanat Tarihi eğitimi için açıldığım okyanusta yüzerken, Albert Camus’ya rastladım. Benzer cümleyi okuduğumda onun daha çok bu rastlantı içinde gezinen aynı cümlesine değil de, “insan da yaşam da saçmadır, boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur!” sözüne daha çok takıldım. Ama yine de “yaşamak” gerekir öyle değil mi? Bazen Akdeniz’in sesini duyabilmek maviyi görebilmek adına haftalarca bekliyorum. Çoğunlukla aylarca, bazen yıl olduğunda üstüme düşen kalabalığın ağır kokusu ve ses uğultusu içinden sıyrılıp, küçük kayalıklar hayal ediyorum. Bu kayalıkların üzerinde iki balıkçı ve bir siren yan yana oturmaktadır. Akdeniz’in tragedyalarına bırakırlar umudun barış dolu sözcük pırıltılarını. Denizin üzerindeki yakamozları bir ışık yanılsaması mı sanırdınız hep?! Çok şaştım size. O kıpırtıların hepsi balıkçılarla birlikte küçük aryalar okuyan sirenlerin söz dizimleridir.
İşte benim arka bahçem! Güz düşer üstüne, sarı renk alır çimenleri kaplayan yaprak yığınları; bahar düşer, yeşile çalar yapraklar ama bu defa dalların kış ağırlığından kıvrılan incecik yaşam kıpırtılarında!..
Öylesine bir hengâme ki yaşam, güler yüzlü insanlara şaşıp, hayret bakışlarıyla bakıyoruz etrafa!
“İnsan da yaşam da saçmadır” derken Camus, aslında insan yazgısını bir terazinin kefelerine koyarak tartmaktaydı. Ağırlığınca kader eklerken insanoğlu şu garip evrene insan olarak hem az bir şey, hem de çok şeydi! İnsan kendisiyle uğraşmalıymış her zaman! Etrafımızdakiler için, ileri geri laf etmek güncel bir problem gibi geliyor bana. Elif Şafak’ın Aşk adlı romanında okuduğum bir hikâye geldi aklıma! Sizinle de paylaşayım.
İki seyyah bir şehirden diğerine gidiyormuş. Derken yollarının üstüne taşkın bir dere çıkmış. Tam suyu geçecekler, az ötede korkudan tir tir titreyen yapayalnız ve gencecik bir kadın görmüşler. Adamlardan biri hemen kadının yardımına koşmuş. Onu sırtına almış, suyu öylece aşmış. Sonra kadını derenin öte yakasında yere bırakıp iyi günler dilemiş. Böylece yollarına devam etmişler. Ancak yolun kalan kısmında öteki seyyahın ağzını bıçak açmamış. Suratından düşen bin parça. Somurttukça somurtuyor. Birkaç saat böyle surat astıktan sonra suskunluğunu bozup şöyle demiş: “Ne demeye o kadına yardım ettin? Bir de üstelik ona dokundun. Seni ayartabilirdi! Baştan çıkarabilirdi! Erkekle kadın böyle temas etsin, olacak iş mi! Ayıp yahu! Olmaz, bize yakışmaz!” Kadını sırtında taşıyan seyyah sabırla gülümsemiş: “İyi de dostum, ben o genç kadını derenin karşısına geçirip orada bıraktım; sen ne demeye hala taşırsın?”
Evet! Ne yazık ki kimimiz çoğunlukla böyleyiz! Zanlar duvara vuran gölgeler gibi büyür içimizde! Bizi ezer. Küçücük bırakır.
Kumrular Sokak’ta yaşanan facianın üzerinden neredeyse iki hafta geçti. Olayın hemen ertesi gününde sarılan sokak yaralarını gördük. Sanki o daracık, ağaçlarının gölgeliği yola vuran sokakta hiçbir şey yaşanmamış gibiydi… Sokağın yaraları sarıldı sarılmasına, ama ya insani yaralarımız? Aramızdan kopup giden üç canın hikâyesi yazıldı, çizildi uzun zaman medyada. Sonra? Sonra sessizlikle örtüldü bu hikâyelerin üstleri. Şimdi kimse o insanların hikayelerini anımsamıyor bile! Şöyle anılıyorlar: “Kumrular Sokak’ta meydana gelen patlamada 3 ölü!” Ya sokak? Onun dili olsa neler anlatırdı acaba bizlere? Ağaçlıklı sokağın belleği, kolay kolay unutmayacak gibi yaşadıklarını! Dünyamızın başı dertte ve sanki dilsiz olan diliyle bizden yardım beklemekte! Dert nedir? diye sormak, boşuna zaman kaybı. Zaten yeterince zaman kaybetmedik mi? Dertler çok. Açlık, sefalet, geri kalmışlık, işgaller, savaşlar ve küreselleşmenin girdabında kaybolan bedenler! Bizler! İnsanlık!
Son dönemde dünyada çok insan öldürüldü. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Küçük uluslar yok olmaya doğru hızla sürükleniyor. Kaynaklar tükenmekte. Çok insan öldü, öldürüldü ve ölmeye devam edecek. Camus’u şunu söyler: “Bu kadar çok ölü ister istemez havayı ağırlaştırıyor.” Şunu da düşünmek gerek, ne ilkti ve ne de son olacak onca yaralı bedenin tarihin sayfaları arasına savrulması. Böylesine toplu ölümler karşısında belki de çoğunluğun, çoğumuzun bir mezar taşı bile olmayacak. Okuduğum kitabın etkisinde size kısaca şunları yazabilirim, aktarabilirim tarihe bakarak. Resmi tarih her zaman büyük katillerin yaşamöykülerindeki zalimlikleri yazmıştır. Kabil ve Habil’i anımsayalım. Bugüne mi aittir bu kardeş savaşının ölümlü sonucu? Tabi ki hayır! Ama belli ki aklın elde etmeye çalıştığı ölüme götüren şiddet gücü, genetik kodlarımıza kazınmış ve bugünlere kadar artan şiddeti ve uygulamalarıyla devam etmiştir. Sonuçta Kabil Habil’i öldürmekte ve kendine bir onur madalyası beklemektedir*. Ne acı!
Kumrular Sokak’ta olanlardan sonra kendi bedenimi bir otopsi masasında buldum. Kesip, biçmekle bedenimi kurtarabileceğimi sandım; tüm dünyada yaşananlardan. Belki bu bencilce gelebilir sizlere. Ama bu bencilliği yapmadan, insan ruhunu kurtarabilir mi yaşamın kaosundan? Zanları atmakla başlamalıydım. Sonuçta bedene uyguladığım böylesi bir arınma işlemini çevremle paylaştığımda, çok ütopik bir dünyanın içinde kapalı kaldığımı söylediler bana. Evet, bu bir ütopyaydı. Dünyayı olduğu gibi kabul etmemek, herhalde sadece ütopya olarak adlandırılabilir.
Başkalarının ölümünü düşünmeyen bir beden bozuktur. Aynen böyle demişti, Camus. Bir de “her siyasal doğruluk er geç öldürmek zorunda kalır”.
Benim doğduğum topraklarda ölüm yeterince kol gezmemiş miydi? Bu muydu beni ütopya dünyasının kapılarının ardında kalmaya zorlayan. Yoksa bu büyük şehirde her nefes alışverişinizde duyduğunuz özlemin verdiği bir gelecek kaygısı mıydı? Gelecekte ne olacağımı bilemem, ama doğduğum topraklarda olmayacakmışım gibi geliyor bana! Ölüm bir son! Her son yeni bir başlangıca açılır. Bedenin gizleri ve geleceği bir başka beden tarafından ölüme mahkûm edildiğinde öfkeler ortasında kalakalıyorsunuz.
Cellâtlar rahat mıdır, uykularında?
Rüya görüyorlar mıdır?
Renkli midir bu rüyalar?
Başkalarının ölümünü düşünmemek çağımızın bir bozukluğudur!
Son söz:
Çok saçma bir yazı mı, okudunuz!
“Yaşam saçma” diyerek söze başlamamış mıydık zaten!
* bu düşüncenin daha iyi anlaşılabilmesi için bkz. A. Camus, “Özgürlük tanığı”, Denemeler, Ankara 1989, s. 42–51.