Münevver Özgür Özersay
munevver.ozgur@gmail.com
I. Değiliz
Çocuk olsaydık… Bahçede oynasaydık, mahalle arkadaşlarımız arasından birisi, sevdiğimiz sokak kedisinin kuyruğuna teneke bağlasaydı, bir ihtimal ona kızar, hatta belki de küserdik. Birisi çıktığımız erik ağacının dallarını kırsaydı, büyük bir ihtimalle onu, çocuksu şiddetimizle, -hatta ellerimizi belimize dayayarak ve biraz da öne eğilerek- yüksek sesle azarlardık. Erikler tam olgunlaşmadan onları fazla fazla aşırsaydık, komşu teyze de bize kızar, bağıra çağıra uzaklara kovalardı.
Çocuk olsaydık, yere düşen ekmek parçalarını üç kez öperek alnımıza koyar, sonra çöpe atardık. Annemizin kesin talimatlarına uyarak tabağımızdaki yemeğin tümünü bitirmeye çalışır, doğa ananın bize verdiği besinlere saygımızı bu şekilde olsun göstermeye çalışırdık. Elektrik çok gitmesin diye yıkanma kuyruğuna girer, sıcak su gelene kadar çeşmeden akan soğuk suyu sonradan başka bir yerde kullanmak için plastik lengerde toplardık.
Çocuk olsaydık, annemiz bizi bahçemizden nane, limon toplamaya gönderir, parklarda asla ve asla çimenlere ve çiçeklere basmamamız gerektiği üzerine binlerce kez uyarırdı. Babamız bize Samed Behrengi okurdu belki. ‘Bir Şeftali Bin Şeftali’ kitabını can kulağıyla dinlerken, bizler de hikâyenin kahramanı ile birlikte “Bir gün gelir de birileri güneşi bize küstürürse başımıza ne gelir?” sorusunu sorar, tasalanırdık. Evimize kazara pencereden giren ve yere düşen kanadı kırık küçük kuşu sahiplenir, iyileştirene kadar ikiyi bir görür, sonra da onu bırakmak için Şeker Portakalı romanının kahramanı Zeze gibi gökyüzünden güzel bir bulutun geçmesini beklerdik.
Çocuk değiliz ama artık. Büyüdük. Ataerkil düşüncelerle biçimlendirildi büyüyüşlerimiz. Erkeklerimiz çocukluklarında ‘acı çektirmeye ve ölüme’ odaklanan oyunlar oynadılar. Onlara hâkimiyet kurmak, diğerlerinde de (dünya dahil) buna uymak gerektiği mesajı verildi. Feminizm gerçek anlamda nedir yeni yeni anlıyoruz. Eko-feminizmin doğa ve kendimizle olan bağını yeni yeni kurmaya başladık.
Çocuk değiliz artık. Hepimiz şöyle veya böyle büyüdük. Toplumun içinde yaşayan işlevsel insanlar, ebeveynler, vatandaşlar, karar vericiler olduk. Birçok farklı noktada üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Evlerimiz, arabalarımız var. Bazılarımızın çiftlikleri, bazılarımızın okulları, bazılarımızın mağazaları, bazılarımızın ise fabrikaları var. Bize artık ne komşu teyzeler ne amcalar ne de annelerimiz kızabilir. Bize, kızsa kızsa, artık sadece içimizdeki yargıç kızabilir.
Çocuk değiliz artık. Vatan diye bildiğimiz, içine doğduğumuz ‘yurdumuz’, Neşe Yaşın’ın en bilindik şiirlerinden birinde dediği gibi ‘ikiye bölünmüş ortasından’. Küçücük bir adanın hangi yarısını seveceğimizi bile bilmezken, adanın dışına çıkıp denizleri aşarak dünya ölçeğine varamıyoruz. Bir denizaltında mesafeleri kat etmeye çalışan yolcular gibi, önceden belirlenmiş rotalarımızda ilerliyoruz. Sınırlı bir keşif alanı içindeyiz. Havasız. Karasız. Görüşümüz kısıtlı. 360 derece periskop ile her yeri gördüğümüzü varsaysak da bir savaş halindeymiş gibi en yakın cepheyi gözetlemekten öteye gidemiyor görünümlerimiz (vizyonlarımız).
Çocuk değiliz artık. 1974 sonrasının ‘büyümüş’ savaş çocuklarıyız. Maruz kaldığımız travmalara rağmen ülkemizi ve hatta dünyayı kurtarması beklenen altın çocuklarız. Yıkılan şehirlerimizin yerine yeni şehirler dikiyoruz. Stres bozukluklarımız, depresyonlarımız, kaygılarımız, psikosomatik problemlerimiz ve uyku sorunlarımız var. Bu sorunları yaşadığımız yetmiyor, bir de kendimizi onlardan dolayı suçlu hissediyoruz. Sürekli tedirginiz, gerginiz. Anlayamadığımız öfkelerimiz, yorumlayamadığımız huzursuzluklarımız var. Dinlemeyi bilmediğimiz, dillerini anlamadığımız duygularımız var.
Çocuk değiliz artık. Sosyal medyalarda kendimize teselliler, kaçış alanları arıyoruz. Ormanların tükenmediği, elektriklerin kesilmediği, kuraklığın olmadığı, ozon tabakasının delinmediği, tertemiz evlerin, rengârenk mekânların, şık, güzel ve mutlu insanların refah içinde yaşadıkları sanal bir evrene teslim ediyoruz tüm boş vakitlerimizi. Dost mudur düşman mıdır anlamadığımız ama kendimizi kurban etmekten de alamadığımız ritüellerimiz var. Sürekli bir müsabaka, sürekli bir savaş. Mücadele. Oysa dünya bir kolezyum değil; bizler de gladyatörler değiliz.
II. “Anne, yoksa biz de mi insanız?”
Arabada gidiyorduk. Küçük kızımız Mavi’nin konuşmayı yeni yeni öğrendiği günlerdendi. Dışarıya bakıp gördüğü şeylerle ilgili sürekli sorular soruyordu. Ben de ona anlatıyordum: “Bak şu şunun için, bu bunun için, bu da insanlar için...” Mavi yaptığım birkaç ‘insanlar için’ açıklamasından sonra duraksadı ve hayretle sordu: “Anne, yoksa biz de mi insanız?!” Onun bu sorusunun ardından gelen yıllar boyunca, içimde kalan duygu, küçük bir kız çocuğunun ‘insan’ olduğunu fark ettiği an yaşadığı dehşetin, bende yarattığı şaşkınlık oldu.
Yıllar sonra benzeri bir şaşkınlığı, ‘insanlar’ olarak eylemlerimizle, ürettiklerimizle, yerkürenin ve atmosferin üzerinde bıraktığımız etkiden dolayı, içinde bulunduğumuz çağa ‘Antroposen Çağ’ yani, ‘İnsan Çağı’ denildiğini öğrendiğimde yaşadım. Biz ‘insanların’ jeolojik ve ekolojik değişimin temel aktörü haline gelmemiz ve buna vurgu anlamında da bir çağa kendi ismimizi verme çabamız olduğunu öğrenmek, adeta beni benden aldı. Bilgisizliğime belki güleceksiniz ama ‘Antroposen (çağ)’ kavramını daha önce (sevgili Emel Kaya, şu an okumakta olduğunuz Gaile’nin bu sayısına yazı yazmamı benden rica edene kadar) hiç duymamıştım, hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
Şimdi artık -maalesef- biliyorum. Antroposen (çağ), sanayi devrimi ile başlayan bir insan müdahalesini anlatıyor; doğaya olan müdahalesini. Antroposen (çağ), kâr olgusunu doğayı yok etme pahasına var eden insanı anlatıyor. Antroposen (çağ) insanının hikâyesi, aynı zamanda atalarımızın doğadan öğrendiklerini yeni nesillere aktaramadan, yeni nesillerin doğa yasalarını öğrenemeden, doğaya uygun yaşamanın gerekliliğini ve bunu yerine getirmenin yollarını bulamadan geçip giden, tükenen zamanların hikâyesi. İnsan merkezli, yani kendimiz merkezli bir dünyada, yaşamlarımızı daha konforlu bir seviyede sürdürebilmek uğruna, var oluşumuzu gittikçe daha çok ekolojik ve toplumsal kriz yumaklarıyla sarmaladığımız ve bunu dönüp haberlerde bizi değil de başkalarını anlatan bir vakaymış gibi dinlediğimiz trajikomik bir dramın hikayesi...
Antroposen (çağ) karşısında tamamen mi kayıtsızız? Hayır değiliz. Hiç mi kendimizi sorgulayacak cesaretimiz yok? Yoo, var aslında. Tam tersine! Gayet ilgiliyiz ve kendimizi de sorguluyoruz. Bazen hatta fazlasıyla... Ancak, okyanusa doğru akan bir nehir gibi, seçimlerimizin bizi götürdüğü yerden geriye dönüş yokmuş gibi geliyor bize. İçimizi acıtan işte bu umutsuzluğumuz. Engel olamadığımız yıkıcı bir oburluğumuz var. Elimizi kolumuzu bağlayan da bu işte. Kendimizi frenleyemediğimizi, ihtiyaçlarımızdan fazlasını tükettiğimizi ve bunun dolaylı bir şekilde sınıf yaralarının oluşmasına ve derinleşmesine neden olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ve buna rağmen... Kendimizi değişimin gerekliliklerine teslim edemiyoruz.
Doğa, yitirdikçe, değerini ve ona olan ihtiyacımızı daha çok anladığımız bir sevgi(li) gibi. Onunla yaşadığımız ilişki mesafeli ama adanmışlıkla bezeli bir aşk ilişkisini anımsatıyor. Hem beslendiğimiz hem de sömürdüğümüz... İstemeden yok ettiğimiz ve bunu anladığımız andan itibaren de onu umutsuzca yeniden aramaya başladığımız veya yeniden üretmeye çalıştığımız...
III. İnce çizgiyi ayırt edebilmek
Geçenlerde, İnstagram önüme dikkatimi çeken bir şiir çıkardı. Emilia Clarke’ın, ‘Şiir Eczanesi’ (Poetry Pharmacy) isimli bir kitaptan alıntılayarak okuduğu ‘Ne ise o’ (What it is) başlıklı bir şiir. Önce şiiri paylaşayım, sonra da dilim döndüğünce bu şiirin niye tam da burada yer almasının uygun olduğunu düşündüğümü anlatmaya çalışayım:
Ne ise o
Bu saçmalık
der akıl
Ne ise o
der sevgi
Bu felaket
der hesap(lılık)
Bu sadece acı
der korku
Bu umutsuz
der anlayış
Ne ise o
der sevgi
Bu gülünç
der gurur
Bu aptallık
der tedbir
Bu imkânsız
der deneyim
Ne ise o
der sevgi
Eric Fried (1921-1988)
Sevgi veya (manevi) aşk söz konusu olduğunda, cesaret ve pervasızlık arasında çok ince bir çizgi vardır. Birini diğeri ile karıştırmanın acısını yaşamış olan sevgililer, genellikle bir sonraki ilişkilerinde ne kadar temkinli olmaları gerektiğini bilirler. Bu ‘doğa ve insan’ ilişkisi için de geçerlidir.
Bir önceki bölümde doğa ve yitirilen sevgi(li) arasında bir benzetme yaparak, ‘doğa ve insan’ ilişkisine değinmiştim. İzninizle, bu benzetmeyi biraz farklılaştırarak yeniden kullanmak isterim. Bu defa ‘insan’ sözcüğünü ‘mimarlık’ ile değiştirerek...
Doğa ve mimarlık arasında olan sevgi ilişkisinde mimarlığın zaman zaman -doğa bağlamında- (pervasızca) tehlikeli sularda yüzdüğü söylenebilir. Mimarlığın arzuladığı şey veya arzulaması gerektiğini düşündüğü şey, her zaman doğa için de en akıllıca olan veya bilgeliğe dayanan şey değildir. Mimarlık çoğu kez müelliflerin istediğini yapmak yerine (doğadan taraf olan) kalbinin sesini takip etmek ister ancak dengeyi sağlamaya çalışırken farklı ekipleri ve süreçleri, felç edici duygular arasında (çoğu kez) sıkışıp kalır. Mimarlığın düşünceleri ve hisleri, yani zihni ve kalbi arasında yaşadığı bu çatışmalar, onu içsel bir bölünmeye veya kendine yabancılaşmaya doğru götürürken, ona kendini yaşanan olumsuzlukların sorumlusu ve suçlusu gibi de hissettirebilir.
Bu gibi durumlarda mimarlık için şiirin tavsiye ettiği gibi ‘ne ise o’ diyerek omuz silkmek de mümkün değildir. Çünkü mimarlık alanının, doğa ile ilişkiye girerken beraberinde getirdiği politik etik sorumluluklar, bir ebeveynin çocuğuna karşı taşıdığı sorumluklardan çok da farklı değildir.
Yine de bu şiirde, ancak çok hassas bir okuyucunun/dinleyicinin hissedebileceği, biraz özgürleştirici, biraz da affedici bir ses vardır. Bu ses, mimarlığın hiddetli değil de şefkatli iç sesi olabilir. Fısıldayarak da olsa göstermeye çalıştığı çok çekici bir gerçek vardır. O da sevgi (aşk) ilişkilerinde aslında herhangi bir taraf olmadığı gerçeğidir. Bir başka deyişle, mimarlık için, doğa ile olan ilişkisinde aslında hangi tarafta olduğu önemli değildir. Çünkü her iki taraf da kendisidir. Şimdiye kadar mimarlık, imkânsız, aptalca veya gülünç uğraşlar içine girmiş olabilir. Yaptığı yanlışlardan dolayı bu uğraşlar acılarla ve felaketlerle de sonuçlanmış olabilir. Ancak önemli olan, şimdi bu noktadan sonra kendisini bu durum ile nasıl ilişkilendirdiği ve gerekli olan telafi için ne kadar sorumluluk almaya ve kendini yenilemeye (güncellemeye) gönüllü olduğudur.
Tüm bu yukarıda bahsettiklerime ek olarak mimarlığın, içinde bulunduğu paradoksal durumu size, farklı bir bakış açısı sunarak aktarmak istediğim bir konu var. Bu konunun kökleri, mimarlık eğitiminin köklerine, ta 1648 yılına, Paris’e ve orada resim, heykeltıraşlık, mimarlık gibi sanat dallarında en yetenekli öğrencileri yetiştirme amacı ile kurulmuş olan Academie des Beaux-Arts okuluna kadar dayanıyor. Burada, usta-çırak ilişkisi ile yürüyen atölye eğitimlerinde, ustaların çıraklarına yönelik hiç acımalarının olmadığı ve bunun da gayet doğal ve olması gereken gibi kabul edildiği döneme... O zamanlar, mimarlık mesleğini öğrenebilmek için tek olasılık olan bu ilişki ve iletişim modeli, bugün, öğrenimde eşitlik ve adalet adına artık hiçbir geçerliliği olmamasına rağmen halen sürmektedir.
Yani, ‘çağdaş’ mimarlık eğitiminde, çoğu kez öğrencilere, üniversite yıllarında çekecekleri onca acıya ve yaşayacakları zorluklara rağmen bu durumun onların hayrına olduğu mesajı, daha onlar henüz başvurularını yapmadan; ‘öğrenci adayı’ statüsündeyken verilir. Öğrenci adayları ve/ya öğrenciler de bunun öyle olması gerektiğine dair inançlarını eğitimleri boyunca ve hatta mezun olduktan sonra halen aynı sadakat duygusu ile korurlar. Mimarlık eğitimi onlara sert darbeler indirse de yorgunluktan ölecek gibi olsalar da, ‘her şeye rağmen mimarlık okumak güzeldir!’
‘Sıfırdan -mekân- yaratma’ olarak da tanımlanabilecek mimarlık eylemleri, neredeyse tanrısal, ulvi bir görevdir. O nedenle öğrenciler, bu kutsal sıfatlara yakışacak şekilde dayanıklı ve güçlü olmaları yönünde her zaman teşvik edilirler. Stüdyo yürütücüleri onurlarını incitse de özgüvenlerini güçlendirmek yerine zayıflatan iletişim modellerine maruz kalsalar da, onlardan her zaman, içinde bulundukları durumun olumlu yanını bulmaya dayalı olan ‘mutluluk oyununu’ devam ettirmeleri beklenir. Mutluluk oyununu oynamayı reddeden ve eleştirel yaklaşan öğrenciler ise ‘talihsiz’ veya kendi (mutsuz) başarısızlıklarının mimarı addedilirler.
Bu durum ilk başta çok makul ve yararlı gibi görünse de mezun olduktan sonra birçok olumsuz boyutu ile yeni mezun mimarlık insanlarının karşısına çokça çıkar. Onların doktorlar, avukatlar, inşaat mühendisleri ve benzeri meslek insanları ile kıyaslandığında emeklerinin karşılığını alamadıkları veya emeklerinin karşılığını almak için diğer meslek insanlarına oranla daha çok çaba ve zaman harcamaları gerektiği söylenebilir. Bir diğer boyutta, girişimciliği (yani kendi ofisini açmayı) seçmeyip, başka mimarlık ofislerinde çalışanlar olarak yaşamlarını sürdürmeyi seçen mimarlık insanları ise, daha kolay sömürülmeye ve zor şartlarda daha azına razı olma durumuna meyilli olurlar. Her şartta ve koşulda, aslında pek çok genç mimarlık insanı, kendini, sesini pek çıkaramadığı, ihtiyacı olanın çok altında, az bir tatminle ve sosyal hakları olmaksızın, kendisini uzun mesailerde yıpranırken bulur.
IV. Kolektif cesaret ve hayal kurma peşinde
Doğa ve mimarlık arasındaki ilişkiye dönecek olursam... Antroposen çağın tartışılan konularının tüm insanlığın veya sadece bir mesleğin (mimarlık gibi) eylemlerinin sonucu olduğunu düşünmek, birçok kişi, kurum ve mesleğe büyük bir haksızlık olur. Yaşanan sorunların arkasındaki kapitalist mutluluk endüstrisini ve bu endüstriyi destekleyen siyasi ve ekonomik projeleri doğru okuyabilmek ve diğer masum olanlardan ayrıştırabilmek çok önemlidir.
Yüzleşerek kabul etmemiz gereken gerçek; doğa gibi, birçok mesleğin de siyasiler veya karar vericiler tarafından pek de ciddiye alınmadığı ve sermayenin hizmetinde mutluluk oyununu oynadığı sürece ancak var olabileceğidir. Doğru yol, bireysel çıkarları bir kenara bırakıp, ‘kolektif deneyimlerin’ gücüne yatırım yapmakta saklıdır. Peki, nedir bu kolektif deneyimler?
İletişimdir. Konuşmaktır. Yazmaktır. Okumaktır. Bir birimize ilham olmaktır. Birbirimize iyiyi, merhameti, kardeşliği hatırlatmaktır. Şahit olduğumuz şiddetin, yozlaşmaların ve yıkımın gücümüzü zayıflatmasına izin vermeyen paylaşımlar yapmak, öfkenin değil umudun sesini dillendirmektir.
İlişkilerdir. İlişkilerimizin kalitesidir. İlişki içine giren benliklerimizde samimi olmaktır. Doğayı önemsiyorsak doğa olmaktır. Doğa hakkında konuşmak yerine doğa ile doğrudan ilişki kurmaktır. Onu eşit bir paydaş olarak hak ettiği sandalyeye oturtmaktır. Ekip çalışmalarının kaçınılmazlığını kabul edip, onu eğitimlerimizin merkezine almaktır.
İşbirliğidir. Çok disiplinli ve disiplinlerarası yaklaşımları önemsemek ve uygulamaktır. Müşterekleştirme pratikleridir. Sürdürülebilirlik olsun, çevre aktivizmi olsun, tek başımıza üzülerek veya üreterek bir yere varılamayacağını anlamak, içinde bulunduğumuz bu çok paydaşlı sektörün tüm paydaşlarla eşitlik ve adalet temelinde işbirliği yapmaktır.
(Üç tane saydım. Daha ne kadar sayayım? Başlangıç için bu kadar iyi bence…)
Ve geldik yazının sonuna…
Yeniden çocuk olsaydık… İlkokula gitseydik, minicik sıralarımıza otursaydık. Gözünün içine baktığımız öğretmenimiz sınıfa girseydi ve bize "Çocuklar, şimdi dünyayı nasıl kurtaracağımızı öğreniyoruz!" deseydi. Bir alkış koparsaydık. Hemen ekipler oluşturup birlikte güneş panelleri tasarlasaydık; su tasarrufu planları yapsaydık; evlerimizi ve tüm oyun parklarını yeşil çatılarla donatsaydık. Öğretmenimiz bize sıcacık gülümsese ve “Harikasınız çocuklar, doğanın süper kahramanları olma yolunda ilerliyorsunuz” deseydi ve ekleseydi: “Çocuklar unutmayınız; sınıfta dolaşmak, internete girerek araştırma yapmak, sorular sormak, konuşmak, gülmek serbest ama birbirinizi saygıyla dinlemek ve dünyayı kurtarmak şart!”
*Yazının görseli 07.07.2024 tarihinde doğa ile iç içe öğrenme için farklı olanaklar sunan “Down in the Woods” isimli kurumun web sitesinden alınmıştır.