Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın özellikle yeni tesislerin açılış törenlerinde, bu tür yapıların toplumsal yarar bakımından somut karşılıklarının bulunmasını da fırsat bilerek, yerine getirdiği bir rutini vardır. Önce iktidar olarak ne kadar iş bitirici olduklarını ballandıra ballandıra anlatır, sonra muhaliflerinin bu konudaki beceriksizliklerinden, iş bilmezliklerinden, -araya aşağılayıcı, hakaretamiz sözcükler de katarak- dem vurur. Bu arada eksik kalmasın diye, siyasi muhalefete toplumsal muhalefeti de katarak külliyen nasıl hıyanet ve delalet içinde olduklarından söz eder ve devamında, kim ki kendilerine karşıdır bu ihanetin bir parçasıdır ve bedelini mutlaka ödeyecektir minvalinde tehditkâr laflar ederek aba altından sopa gösterir. Geçtiğimiz günlerde Ankara’da bir spor kompleksinin açılışı vesilesiyle yaptığı konuşmada bu rutin bir kez daha tekrarlandı. Günün anlamına uygun olarak spor yapmanın öneminden, yeni kompleksin gençlere sunacağı imkânlardan, yine gençlerin ata sporlarına göstermeleri gereken alâkadan ve bu konudaki sorumluluklarından bahsettikten sonra, söz hazır gençlere gelmişken, müstear ismi ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’, asıl ismi ise ‘tek adam/Erdoğan’ olan rejimin iki dudak arasından çıkan son icraatlarından Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanmasına karşı, başta üniversite öğrencilerinin ve onlarla dayanışma içinde olan kesimlerin sergiledikleri, bir kökü dışardaki bir diğer kökü içerdeki şer odaklarıyla iltisaklı, hain eylemlerinden dem vurdu. Tekmilini birden bir güzel kalayladıktan sonra da, ertelenemez bir görev ve hedef olarak tespit edilen ‘yerli ve milli’ olmak prensibi mucibince “Kendini, tarihini, medeniyetini bilen, inançlı, ahlâklı, erdemli gençler yetiştirmeden geleceğimize güvenle bakamayız.” açıklamasını manşete çekti. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu açıklamaları yaparken, bu hikmeti sual edilmez tepeden inme uygulamaya karşı demokratik eylem sergileyen üniversiteli gençlerin evlerine, kör karanlıkta baskınlar düzenleniyor, kapılar kırılarak içeriye dalınıyor ve o gençler ‘terörist’ suçlamasıyla palas pandıras gözaltına alınıyorlardı.
‘Tek Adam’ rejiminde
Aslında Boğaziçi Üniversitesi’ne Cumhurbaşkanı tarafından rektör atanması, bu alandaki ilk uygulama değildi. 12 Eylül Anayasası’nın yadigârı YÖK, öncesinde üniversite içinden öğretim üyelerinin oylarıyla gerçekleştirilen ‘rektör’ seçimi prosedürünü, görülen lüzum üzerine, yine üniversite içinden bu kez sınırlandırılmış sayıda üye tarafından seçilen 6 aday arasından üçünün, aralarından birini seçmesi için Cumhurbaşkanı’na sunulması ve atamanın onun tarafından yapılması şeklinde değiştirmiş, ancak ‘Tek Adam/Erdoğan’ rejiminde bu düzenleme dahi yeterli bulunmadığından, bir kararnameyle, 2018 tarihinden itibaren devlet ve vakıf üniversitelerine rektör atanmasında Cumhurbaşkanı tek yetkili kılınmıştı. O gün bugündür, siyasi iktidarın müzmin büyük derdi olan kültürel/entelektüel bagajındaki boşluğu doldurma politikasına uygun olarak, ‘akademia’nın AKP tarafından yeniden dizaynı şeklinde gerçekleşen atamaların, Boğaziçi Üniversitesi’nde bu denli gürültü koparması, üniversitenin diğer üniversiteler karşısında fark yaratan özgül ağırlığından olduğu kadar, rejimin hiçbir eleştiri ve karşı görüşe tahammül göstermeyen, özgürlükleri baskılayan, ülke genelinde siyasal/toplumsal yarılmayı derinleştiren “ya benden yanasın ya da toprağınsın” tavrını ve anlayışını sürdürmekteki ısrarından ve de pervasızlığından kaynaklanıyordu. Son yaşanan gelişmeler vesilesiyle, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere çevresinde oluşan/oluşturduğu kendine tabi akademi/medya kesiminin külliyen sergiledikleri ‘entelektüel’düşmanlığı’ ise -televizyon ekranlarında, köşe yazılarında iç ve dış düşmanlarla kurulan bağlantılar mı, terör örgütleriyle olan iltisaklar mı, ‘elitlerin hegemonyası’nı kırmak mı, envai çeşit öyle gerekçeler öne sürülüyor ki akıllara seza- bu cenaha ait müktesebatın niteliğini ortaya koyması bakımından da ibret vericiydi.
Modernleşme serüveni
Buralardan bakınca Türkiye’nin yüz yıllık cumhuriyet tarihinde, iktidarı ve muhalefetiyle, bir türlü değişmeyen, -ya da değişiyor derken aslında kendini tersten yeniden inşa eden- yukardan aşağıya doğru dayatmalarla işleyen ve yirmi birinci yüzyıl dünyasında hâlâ tökezleyip duran modernleşme serüveni bir kez daha açığa çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan, değerli tespit ve yorumları içkin “Hikâyesini Arayan Gelecek” kitabının yazarı, Konda Araştırma Merkezi danışmanı, analist Bekir Ağırdır’dan borç alarak söyleyecek olursak, ne ‘askeri vesayet’in denetiminde, makbul vatandaş olarak “Türk-Sunni-Laik” tanım ve tasarımının esas alındığı cumhuriyetin yirminci yüzyıl sonuna değin devam eden ‘birinci dönem’inde; ne de AKP iktidarıyla başlayan ve ilk dönemlerdeki ‘yalancı bahar’ hariç, bugünlere değin devam ede gelen, bu kez güya sivil denetimli, üstelik eski mağdurlar tarafından “Türk-Sünni-Dindar” olarak değiştirilen tanım ve tasarımının esas alındığı ‘ikinci dönem’inde, modernleşme serüveni, tabanının etnik/kültürel genişliğini ve çokluğunu ve de buna denk düşen siyasi/fikri çokluğunu içkin özgürleştici/demokratik bir süreç olarak yaşanmadı. Bunun böyle olmadığı, yığınla geçmiş örnek bir yana, en son, müstakil bir olay olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanması vesilesiyle yaşananlarla bir kez daha gözlenmiş oldu. İktidarı ve muhalefetiyle, birbirlerini tersten üretmekten öteye geçemeyen siyasetten ümidini kesen, bu kalıpların içine girmeyi reddedip, buyurgan dayatmalara karşı çıkmak suretiyle geleceklerinde söz sahibi olamaya çalışan gençlerin, anında “terörist/anarşist” olarak suçlanarak seslerinin kısılmak istenmesi ise, kırk yıl arayla sanki tarihin -ironik mi demeli, yoksa trajikomik mi- tekerrürü gibi.
Nasıl mı?
‘Hepimiz soysuz komünistler’
Türkiye’de 12 Eylül rejiminin toplumun üzerine karabasan gibi çöktüğü 80’li yıllar. İstanbul Gayrettepe Birinci Şube’deki (Siyasi Şube) o günlerin genç insanları olarak çilemiz nihayet sona ermişti. Bizi Selimiye Kışlası’na götürecek araca binerken vücutlarımızda o dehşet sorgu saatlerinin yadigârı izler, adım atmakta zorlanıyorduk; kulaklarımızda ise hücrelerimizde kendi sıramızı beklerken işittiğimiz, işkenceden geçenlerin boşlukta çınlayan çığlıkları yankılanmaya devam ediyordu. Sonumuzun ne olacağı, özgürlüğümüze ne zaman kavuşacağımız henüz belli olmasa da, en azından Birinci Şube cehenneminden kurtulmuş olmak, o beter tecrübeden sonra, adeta bir nimetti. Selimiye Kışlası’nda hiç olmazsa sadece mahpusluk olacak diye kendimizi avutuyorduk.
Öyle miydi?
İlk akşam karanlığında Selimiye Kışlası’na varmış, tarihi binaya kuytu bir yerinden girmiştik. Karşımızda, geniş bir sahanlığın orta yerinde, birkaç basamakla çıkılan büyük demir bir kafes vardı. Acaba ne ola ki diye düşünürken buyruk üzerine tek sıra halinde kafese doğru yürüdük, basamakları çıktık ve içeriye girdik. Kafesin kenarı boyunca çepeçevre dönerek çemberi tamamlayacak şekilde yan yana dizilerek, esas duruşta beklemeye başladık. Bizim arkamızdan gençten bir asker -bir çavuştu ama, üzerinde sırıtıyor olmasına aldırmadan, bir general edasıyla yürüyordu- kafese girdi, orta yerde dikildi, donuk bakışlarını bir süre üzerimizde gezdirdikten sonra “soyunun” diye emir verdi. Bir tek donla kalacak şekilde soyunduk. Biz şimdi öyle cıbıl halde hazırolda beklerken, aslı çavuş sureti yamuk general ana avrat küfretmeye başladı. Jargon ise tipikti, hepimiz soysuz komünistler/anarşistler/teröristlerdik, başımızın mutlaka ezilmesi gerekirdi, devleti asla yıkamayacaktık, yaptıklarımızın cezasını çekecektik vs..vs.. Ancak bu kadarla yetinmiyor, aklına estiği anda, gelişigüzel yaptığı seçimle aramızdan birine tekme tokat girişiyor ve ardından ‘hoş geldin’ konuşmasına devam ediyordu. Derken ilginç bir şey oldu. Çakma general, soluklanmak için konuşmasına ara verip de gözüne kestirdiği yeni bir hedefe tekme tokat girişecekti ki, korkudan eli ayağı titreyen genç kurbanı, saldırıdan kendini korumak amacıyla -üstelik haklı bir gerekçesi(!) de vardı,- yüksek sesle bağırdı: “Ben anarşist değilim, milliyetçi bir hırsızım komutanım”. Muhtemelen araya karışan adi suçlulardandı, hırsızlıktan göz altına alınmıştı ve şimdi bu üstün meziyetini (hırsız olma, üstelik milliyetçi hırsız olma meziyetini), komünist/anarşist/terörist olmak alçaklığıyla malul olanların maruz kalacağı şiddetten kendini koruma ayrıcalığı/aracı olarak kullanıyordu.
İşe yaradı mı dersiniz? Evet, yaradı. Çakma general, kurbanını sahip olduğu yüksek meziyetleri nedeniyle bağışladı; yarım kalan öfkesini ve şiddetini, onun yerine, yanı başında duran komünist/anarşist/terörist gence olanca dehşeti ve hışmıyla boca etti.