Simge ÇERKEZOĞLU
Dünyaca ünlü piyanist, besteci Fazıl Say’ı Uluslararası Kuzey Kıbrıs Müzik Festivali kapsamında Bellapais Manastırı’nın büyüleyici ortamında bir kez daha adeta nefes almadan dinledik. Henüz beş yaşında okuma yazma bilmeden, renklerle notaları öğrenen ve piyano ile tanışan sanatçı için ‘müzik dahisi’ demek abartılı olmaz kanısındayım. Kendisi artık piyano çalmıyor, ruhunun bir parçası olarak sanki bedeninde taşıyor. 2015 yılında gerçekleştirdiğimiz sohbetimizin ardından neredeyse on yıl sonra yeniden buluştuk. Elbette konuşulacak çok şey vardı.
Yüzü aşkın bestesi olan sanatçı Fazıl Say, her bestesinin hikayesi olduğunu, hikayesi olmayan bir şey yapmayı tercih etmediğini söylüyor… Bu noktada merak ediyorum hikayeler mi besteleri, besteler mi hikayeleri yaratıyor. Böylece yıllar sonra yeniden sohbetimiz başlıyor.
“İkisi birden, bazen beste hikayeyi yaratıyor, bazen hikaye besteyi yaratıyor. Yüz on beş tane bestem oldu. Benim bestelerimin konularında şehirler var İstanbul gibi, dört şehir sonatı, Mezopotamya, Ankara var. İnsanlar var Nazım Hikmet gibi, şairler. Bir insanı anlattığım bestelerim var; Hayyam gibi. Ayrıca yaşanan olaylar da var. Kaz Dağları olayı gibi. Yaşadığım çağ beni etkiliyor, onlardan aldığım ilham oluyor. Bazen de bir beste o ilhamı zaten kendiliğinden taşımış oluyor.
“Türkiye’de batılı olmanın önyargılarıyla da karşılaştım”
Son on yılı aşkın zamanda çok daha geniş kitlelere ulaştığını söyleyen sanatçı “halka dokunmak için besteler yaptım” ifadesine yer veriyor. Öyle sanıyorum ki geniş kitlerlere ulaşmakta İlk Şarkılar, Yeni Şarkılar, Güz Şarkıları gibi albümlerin, sözel müziğin etkisi büyük.
“Türk halkı sözel müzik, şarkı seviyor. Sözleri olan müziği seviyor. Solo, piyano veya orkestra müziklerini belli kitleler seviyor. Onların da sayısını artırmak için bir uğraşla tüm bunları yaptım. Şarkılarla çok daha geniş kitlelere ulaşabildik. İşin gerçeği ben batıda bir doğlu, doğuda bir batılıyım. Gerçekçi olalım Türkiye için klasik batı müziği halkın çok küçük kesimini müziği. Ancak evrensel müzik bu olduğu için Atatürk’ün de başlıca yönlendirmeleri ile kurumlar kuruldu. Orkestralar, festivaller, konservatuarlar açıldı. Benim okuduğum Ankara Devlet Konservatuarı da bunlardan biriydi. Atatürk Avrupa’dan çok önemli müzisyenler getirerek kurmuştu. Hepsinin hikayesi var. Dolayısıyla ben Türkiye’de bir nevi batılı olmanın müthiş önyargılarıyla hayatım boyunca karşılaştım. Bu yaşımda hayatımın yarısı önyargılarla mücadeleyle geçti. Kimi zaman muhalif olduğunuz için, kırıcı blokla karşılaştığınız oluyor. Kimi zaman belli bir bilenmişlikle üzerinize geldikleri de oluyor. Daha önemlisi çok büyük bir sevgiyle de karşılaştım. Devletin tüm imkanlarıyla yaptıklarından çok daha fazlasını, bazen tek başıma yaptığımı gözlemledim. Her yıl Türkiye’de onbinlerce kişiye konserler veriyorum. Büyük bir talep karşılandı diyebilirim.”
“Nerede çalıyorsam çalayım aynı konsantrasyon ve iyi çalma hedefiyle çalıyorum”
Uluslararası Kuzey Kıbrıs Müzik Festivali yirmi ikinci yılını kutluyor. Fazıl Say’da festivale kuşkusuz neredeyse her yıl konuk olan, biletleri aylar önceden tükenen sanatçıların başında geliyor. Kıbrıs ile yakın ilişki içinde olan sanatçı öyle sanıyorum ki her zaman izleyicisinden memnun olarak konserlerini tamamlıyor.
“Kıbrıs’a belki de onbeşinci kez geliyorum. Burada da benzer ilgi söz konusu. Girne’de açık hava da, Mağusa’da pek çok konserler yaptım. Bellapais’deki bu salonda belki de on beş kez çıktım. Kıbrıs’ın kitlesi aydın kitle. Herkes eğitimli, yabancı dil bilen, batı kültürü ile kısmen tanışık insanlar. Kültür sanat ile günümüzde popüler kültür arasında uçurum oluştu. Poplüler kültürün yaşattığı yozlaşma içindeyiz. Dünyada ve Türkiye’de bu durum ağır şekilde hissediliyor. Poplüler kültür her şeyi ele geçirdi. Bize, kültür sanata çok az nefes alacak alan kaldı. Yine de varız, buradayız. Salonun biletleri bir ay önceden tükendi. Iyi tarafından bakıyorum. Kötü tarafından değil. Burada ben tabii ki yüklendiğim misyonumla Türkiye’de kültür sanatı daha geniş kitlelere ulaştırmaya çalışıyorum ama hiçbir zaman da prensiplerimden taviz vermedim. Nerede çalıyorsam çalayım, New York, Tokyo, Sivas, Bellapais hiç önemki değil, aynı konsantrasyon ve iyi çalma hedefiyle çalıyorum. İnsanların beni takip etme nedeni bu. Yaratılan özel enerji. Türkiye’de binlerce çocuk beni dinleyerek piyanoya başlıyor. Elbette hayatta zorluklarım da oldu. Çok fazla düşmanlıklar da oldu.”
“Yeni nesillere günümüz sanatçısı pek çok seyi vermek zorunda”
En son çıkan albüm Üzgün Kuşları konuşuyoruz. Bu albümde üç farklı Fransız besteciyi Fazıl Say yeniden yorumluyor. François Couperin barok, Claude Debussy empresyonist akımın en önemli temsilcisi, Joseph-Maurice Ravel ise biraz daha modernist … Bu albümle sanki biribirini etkileyen üç farklı sanatçıyı ve zaman dilimini biraraya toplamış gibi…
“Üçü de Fransız, evet. Birisi barok dönem iki yüz elli yıl önce yapılan besteler. Diğeri empresyonizmi temsil ediyor. Ravel de aslında emprestyonist ama melodileri bakımından daha modern diyebiliriz. Klasik müzikte tabii repertuarlar çok önemli. Biz tekrar klasik müziğin önde gelenlerini, en iyi çalanlarını, tüm dünyadaki klasik müzik kitlelerine yeniden sunuyoruz. Fazıl şu besteciyi nasıl çalmış, acaba güzel mi diye merak uyandırarak, zamanla değişen kitlelere, nesillere ulaşmaya çalışıyoruz. Yeni nesillere günümüz sanatçısı pek çok şeyi vermek zorunda. Ayrıca sabah ve akşam klasikleri ismiyle de bir albüm çıktı. Sabah ve akşam dinlenen müzikler olarak üç, beş dakikayı geçmeyen parçalar yaptım. Kısa eserlerin toplamını yaptım. Yirmi, otuz farklı besteci var. hem onlarla tanışma imkanı buldum. Hem de böyle bir zaman ayrımı yaptım. Kuş cıvıltılarına uyandığımız sabahlar da var, sisli, puslu melankolik sabahlar da… Barok ve klasik eserler sabah, romantik ve empresyonist eserler akşam. Bunlar benim çaldığım, kendi albümlerim.”
“Bizler, birer üzgün kuşlarız ”
Bu albüme dair en merak ettiğim detay, neden Ravel’in bir bestesi olan “Üzgün Kuşlar” ismini aldığı …
“Beni çok etkiledi. Günümüzde kendi hayatlarımızda bizler birer üzgün kuşlarız. Yaşanılan bu dünyada, yaşadıklarımız herkeste öyle bir betimleme doğuruyor. Mutlu bir devirde yaşamıyoruz, üzgün bir devirde yaşıyoruz. Sağımız solumuz, önümüz arkamız, yukarımız, aşağamız savaş. Kendi içimizde terör, ötekileşme ve kavga. Burada çok mutluyum diyen biri yalan söylüyordur. Öyle bir şey yok, olamaz. Ravel’in üzgün kuşları sadece ormanda bir sabahı anlatıyor ama niye acaba kuşlara üzgün dedi. Belki de o da benim gibi hissetti. Üzgünlük veya mutluluk enerjide olan bir şey. Günümüz kendi enerjilerimizle üzgünlük veya mutluluğu, temsil ediyor. Özellikle müzikte, müziğin yansıttığı düşünsellik ve enerji de bunu temsil ediyor.”
“Dünyaya bile bir dünya anne lazım”
Bir de elbette cumhuriyetin 100. yılı için hazırlanan Dünya Anne albümü var. Tamamen kadın şairlerin şiirlerinin bestelenmesi ile ortaya çıkan bir albüm …
“On bir kadın şairi besteledim. Benim için çok enetersandı. Türkiye’nin edebiyatı çok değerli. Çok iyi şarilerimiz var. 20 yüzyıl şairleri, Nazım Hikmet ve sonrası inanılmaz. Kadın şariler de öyle. Kendimde böyle bir eksik gördüm. Çok az kadın şairden beste yapmıştım. Değer vermediğimden değil, hazırladığım konsepte uygun olmadığından yapamadım. Bir seferde de hep kadın olsun dedim. Aslında şairin kadını erkeği olmaz, müzisyenin de olmadığı gibi. ‘Dünya Anne’ zaten Didem Madak’ın şiirinde geçen bir sözden yola çıkıyor. Dünyaya bile bir dünya anne lazım diyor. Ben de oradan yola çıktım. Fevkalade güzel şiir ve şarkıları insanlar dinlesin istedim. Müziğin stilini de farklı düşündüm. Daha caza yakın yaptım. Ama yine de müziğin ruhu anlaşılıyor. Yine Serenad Bağcan söylüyor, ben kendim çalıyorum. Ferid Odman bateride en iyisi zaten.”
“Sanatçıların mesleği iç dünyalarını açmaktır”
Suya Yazılan ismi ile ellinci yaşına özel bir kitap da kaleme alan sanatçı böylece dördüncü kitabını da yayımlamış oldu. Edebiyata olan ilgisi çocukluğuna dek uzanıyor. Türkiye’nin en önemli şair ve yazarlarının çocukluğuna dokunduğunu, evlerinden geçtiğini biliyoruz. Son kitapta ise Fazıl Say’ın iç dünyasına daha bir dalıyoruz.
“Benim edebiyat anlamında bir iddiam yok. Anılar, denemeler, müzik üzerine görüşler yazdım. Dünyada ve Türkiye’deki müzik sistemlerini, oluşumlarını, kurumsal yapılarını gözlemlerimi anlattım. Doğrusu, yanlışı, keşke şöyle olsaydı gibi kültür politikaları yazılarım da var. kendi hayatımdan anılar, kendi hayatımda tanıştığım çok değer verdiğim insanları anlattığım yazılarım var. Akılla Bir Konuşmam Oldu kitabım 2017’de çıktı. Suya Yazılan ise 2020’de pandemi döneminde çıktı. Yirmili yaşlarda birkaç kitap yazdım. Uçak Notları, Yalnızlık Kederi var. Anı deneme diyebiliriz. Bir yandan da her kitapta kendi hayatıma otobiyografik dokunuşlar var. Annem, babam hepsi var. Biz sanatçıların mesleği iç dünyalarını açmak. Konser vermek de iç dünyamızı açmak. Bilinmeyen iç dünyalarımız ortaya çıkıyor. Psikolojik bir şey müzik yapmak. Yarattığımız atmosferler var. Anlattığımız pek çok şey var. Dolayısı ile edebiyatıma da yaşadıklarım yansıdı. Yazdıkça da gelişiyor insan. Şimdi bir tane daha yazsam, daha iyi olacak diye düşünüyorum ama tekrar söyleyeyim bir şair, yazar olmak gibi iddiam yok.”