Ben Kimim?

Ben Kimim?


Turgut Denizgil
tdenizgil@hotmail.com

Dünyanın sorunlu coğrafyaları listesinde bulunan Kıbrıs’ın kuzeyinde dünyaya geldim. Ben doğduğumda yurttaşı olduğumu söyledikleri ‘devlet’ üçüncü yaşını kutlamaya hazırlanıyordu.

Herkes gibi bana da dünyaya gelmeyi isteyip istemediğim ve eğer istiyorsam hangi coğrafyada dünyaya gelmek istediğim sorulmadı. Sorulsaydı bugün yaşam sürdüğüm coğrafyadan yana tercih kullanır mıydım,  cevaplaması oldukça güç bir soru.

Bunula birlikte toplumsal yaşam kurgusu içerisinde cevaplanması görece daha kolay sorularda dahi, bireyin yanıt hakkının kullanılmasına olanak tanınmadığını görüyoruz. Oysa modern toplum, özgür iradeleri ile tutum ve kanaatler geliştirdiği varsayılan bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu bir toplum türü olarak bizlere sunulur.

Dahası bu özgürlük sınırının bir diğerinin özgürlüğünün başladığı noktaya kadar ileri götürülebileceği iddiası da bu sunuma eklenir.

Bireyin Karşı Konulamaz Yalnızlık Korkusu

Bir arada yaşama kurgusu beraberinde bizler ve onlar karşıtlığını da getirmektedir. Küresel anlamda “bizim sınırlarımız, onların sınırları, bizim devletimiz, onların devleti, bizim kültürümüz, onların kültürü, bizim dilimiz, onların dili, bizim düşünce yapımız, onların düşünce yapısı, bizim yaşam tarzımız, onların yaşam tarzı” gibi noktalar üzerinden kendini var eden söz konusu karşıtlık yerel ölçekte de hem çeşitli çıkar grupları ekseninde hem de devlet ve birey karşıtlığı üzerinde kendini göstermektedir.

Herhangi bir devletin yurttaşlığına sahip olmak, bir diğer değişle herhangi bir toplumsal yaşamın oluşturucu öğesi olarak kabul edilmek bireye bir takım ‘ev ödevlerini’ de beraberinde getirmektedir. İlk bakışta bunun toplumsal yaşamı düzenleyen yasalara uyum zorunluluğu ile sınırlı olduğunu düşünebiliriz oysa toplumsal yaşamın bireye dayattıkları bununla da sınırlı değildir.

Bizim kültürümüz, bizim yaşam tarzımız, bizim düşünce yapımız gibi olabildiğine muğlak, ne ifade ettiği belirsiz buna rağmen ‘herkes’ tarafından doğru ve doğal kabul edildiği varsayılan, dolayısı ile tartışmaya da belli oranda önceden kapatılmış kültürel normlar kendini bu noktada var eder. Çoğu zaman bireyin hayatını doğrudan etkileyen söz konusu normlar, dünyaya geldiği andan itibaren bireye dayatılıyor olmasına rağmen, çemberin dışında da kendimizi var edebileceğimiz düşüncesini gerçekleştirilmesi güç bir düş, gerçeklik ile bağlantısı sağlanamayacak kadar bir hayal noktasına taşınmasını da beraberinde getirmektedir. Hegemonyacı bu varsayımın üstesinden gelecek iradeye sahip olma hali bir yana, bireyin omuzlarına yüklenen yük birlikte yaşam sürdüğü toplumun kendisine dayattığı davranış kalıplarının dışına çıktığı anda beraberinde getireceği ait olamama hali ve bunun doğuracağı yalnızlık korkusunu da içermektedir.

Bu yalnızlık korkusu bireyi farklılaştıran, kendi durduğu noktadan dünyaya açılan penceresini oluşturan, sahip olduğu düşlerini, düşüncelerini, kararlarını, kanaatlerini, vicdanını, kısacası kendi öz kimliğini hangi oranda varsayıldığı gibi özgürce şekillendirebildiği sorusunu da beraberinde getirmektedir.

Toplumsal yaşamın kurgusu gereği devamlılığına çoğalarak katkı yapma ve bu çoğalma halini meşru kabul gören ‘aile’ sınırları içerisinde gerçekleştirme ön kabulü buna iyi bir örnektir. Bireyin aile kurgusu ile ilk teması dünyaya geldiği anda başlar. Bu ilk temas söz konusu ön kabulün zeminini oluşturur. Bizimki gibi coğrafyalarda devletin kendi kendini aile yapısını korumakla görevlendirdiği gerçeğini de düşündüğümüzde bu ön kabulün aşılmasının ne kadar güç olduğunu daha net algılayabiliriz. 


Yok Sayılan Bir Devletin Yok Sayılan Yurttaşları

Kıbrıs’ın kuzeyi özelinde tek bir bireyin sahip olduğu kimlik ve pasaport sayısı üzerinden bile bir ‘tarih’ müzesi oluşturma imkanımız olduğunu söylersek sanırım abartmış olmayız. Öyle ki 1960 öncesi dünyaya gelen bir bireyin sırasıyla Birleşik Krallık, Kıbrıs Cumhuriyeti, Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi, Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi, Federe Devlet ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti gibi son 60 yıllık bir döneme sığdırılan ‘devlet’ modelleri üzerinden kendi kimliğini kurgulama deneyimi benzerine kolayca rastlanılabilecek bir deneyim değildir.

Yönetenlerin bireyden beklediği elbette kendi iradeleri dışında şekillenen bu ve benzeri durumlar üzerinden yeni bir kimlik inşasıdır. Bu inşa sürecinde bireyin söz konusu kimliklere itaate varan bağlılığı ve bundan onur duyması gerekliliği homojen toplum inşa süreçlerinin belirgin bir özelliğidir. Oysa toplumların tek tip bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu homojen modeller olduğu koca bir yanılsamadan ibarettir ve ileriye götürülebilecek bir iddia olmadığı ortadadır.

O halde diyebilmeliyiz ki devlet, üzerinde hak iddiasında bulunduğu bireylerin, farklılıklarına saygı gösterebildiği ve bu farklılıklardan doğan haklarını güvence altına alabildiği oranda bir meşruiyete sahiptir.

Örnek vermek gerekirse, evrensel bir insan hakkı olan vicdani ret hakkının yurttaşlar tarafından kullanılmasının yasal güvenceye alınmadığı coğrafyalara hâkim devletler, varlık sebebi olan bireylerin kendi düşünce, inanç ve vicdan özgürlüklerini, bir anlamda bireyin kendi kimliğini oluşturan öğeleri, yok sayarak, kendi yurttaşları üzerinde buyurganlık yapmaktadır. Bu buyurganlık ve yok sayma eylemi aynı zamanda ben kimim ve ne için varım sorularını da beraberinde getirmektedir. Kıbrıs’ın kuzeyi bu coğrafyalardan bir tanesidir ve kendi özel koşulları gerekçe gösterilerek örneğin on yıllardır vicdani ret hakkı ihlal edilmektedir.

Zorunlu askerlik bu coğrafyada kurgulanan toplumsal yaşamın doğal ve doğru kabul gören ve kendi bireylerine dayattığı bir yok sayma eylemidir. “Biz yaptık sen de yap, askere gitmeyen adam olmaz, erkek adam askere gider, askere gitmeyene ‘kız’ verilmez, her türk asker doğar” gibi şehir efsanelerinin yarattığı toplumsal baskı yazının başında da belirtilen özgür tercihlere sahip bireyler kurgusunun altı boş bir kurgu olduğunu daha net görmemize yol açabilir. Buna ek olarak, devletin askerlik yapmak istemeyen bireyler üzerinde güç kullanabilir, cezalandırabilir dahası ayrımcılık yapabilir bir manevra alanına sahipliliği de göz önünde bulundurulduğunda bireyin kendini zorunluluk olarak kabul gören bir eylemin dışında tutma çabası aynı zamanda kendi kendini var etmek için sergilediği direnç olarak da okunmalıdır. 

Çocuk yaşlarımıza geri dönecek olursak, alacağımız temel eğitimin süre ve niteliği bizim dışımızda belirlenmekte ve bizden beklenen aldığımız eğitime uygun bireyler gibi davranarak yaşamımızın geri kalanını toplumuna ve devletine faydalı bireyler olarak geçirmemizdir.

İstiklal marşından, beden eğitimi dersinin formatına, kurmaca tarih öğretisinden ast-üst ilişkisine kadar militarist düşüncenin birçok pratiğini ‘milli eğitim’ adı altında bireye uygulatmaktan geri durmayan devlet, temel eğitimin ardından yaşam süreceğimiz tüketim dünyasının olmazsa olmazı rekabet olgusunu da hayatımızın tam merkezine yerleştirmekten geri durmuyor. Üniversite sınavları bunun iyi örneğidir ancak devletin ve/veya toplumun bireyin hayatı üzerindeki belirleyici etkisi bununla da sınırlı değildir. Yaşadığımız coğrafya yaşam sürdüğümüz her an karşımıza bir ‘yapılması gerekenler’ listesi sunmaktadır. Sıradaki adımlar olarak da adlandırabileceğimiz söz konusu yapılması gerekenler listesi sırasıyla akıllı uslu bir çocukluk dönemi geçirmiş, iyi eğitim almış, (erkekler için askerliğini yapmış), doğru dürüst bir iş sahibi olmuş, eli yüzü düzgün bir eş bulmuş, çocuk sahibi olarak soyunun devamına katkıda bulunmuş, başarılı çocuklar yetişmesini sağlamış, doğru, dürüst ve hepsinden de önemlisi ahlaklı bir birey olarak yaşamını sonlandırmış olmak olarak özetlenebilir. Bu listeye onlarcasını daha eklemek mümkündür ancak burada dikkat edilmesi gereken pek çok noktadan ikisini ön plana çıkarmak da fayda vardır. Bahsi geçen yapılması gerekenlerin neredeyse tümü göreceli tanımlardır ve içlerinden bir tanesinin yasal zorunluluğu vardır ki bu da erkek bireyler için askere gitmektir. Çocuk ‘sahibi’ olmak örneğin çoğu zaman yerine getirilmesi gereken bir toplumsal veya ailevi sorumluluk olarak algılanmaktadır. İyi bir eğitim almak bireysel bir sorumluluk olarak gösterilir fakat askere gitmek bu coğrafyada yaşam sürmek isteyen bireylerin yerine getirmesi gereken yasal bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.

Bugün 32’inci yaşını kutlamaya hazırlanan Kıbrıs’ın kuzeyindeki idari yapı bir yol ayrımına zorlanmalıdır. Yurttaşlarını yok saymaya, sırf evrensel bir insan hakkını kullanmak istediği gerekçesi ile onları cezalandırmaya, onlara ayrımcılık uygulamaya devam mı edecektir yoksa iddia ettiği gibi bir sosyal hukuk devleti olma yolunda yerine getirilmesi gereken bu hak ve benzerlerinin yasal güvenceye alınmasına yönelik adım mı atacaktır?

Kıbrıs’ın kuzeyindeki idari yapı yurttaşlarını yok saymaya devam ettiği sürece, vicdani retçi tüm yurttaşların ben kimim sorusuna vereceği yanıt benzer olacaktır; Yok sayılan bir devletin yok sayılan yurttaşları...

 

 

Dergiler Haberleri