Nusret GÜRGÖZ
Son günlerde okuduğum güzel bir şiirle gireyim yazıya. Betül Dünder’in ‘Unutmanın Kısa Tarihi’ kitabından ‘Zirvede’ şiiri:
Kaç gün oldu Ali’den haber yok
gözlerinden yok, bıyığından yok
haberlerde de yok Ali ne zamandır yok
oysa zaman bizim
dağın yamacına doğru öyle bakakalışımız gibi
ama karlıymış dağ ama gelincik basmış gözümüzün gördüğü
anlasalar bizi acılar basmış bu sıralar bizi düşler basmış
bizi sırasıyla bir acı bir düş bir eza anlatır gibi değil
kimse kimsenin elçisi olmaz iken şu dağın gelinciği bak sen
Ali’yi sesleniyor derinden, kızıymış gibi toprağın
çağırın bütün göklerden bütün kuşları
bağırın bir ovaya bir yaylaya bir dağa
bağırın bir içinize bir dışınıza
hani mevsimler gelirdi birbiri ardı sıra
nasıl gitmez insan insanın peşinden
yok! haber yok!
ne üzümün salkımında ne kayısının çekirdeğinde
ne dalgasında denizin ne sazlığında kıyının
çıt yok! – çamurdan mıydı sizin inandığınız efendiler
çıt yok! – kemikleri bağırır oysa insanın kaybolmaktan
çıt yok! aya bak üçtür dönüyor dünyayı
Ali’nin yüzü aydınlansın diye gecede
çıt yok!
annem bir boşluğa bakıyor kaç gecedir
kaç gecedir benim yazgıma yanıyor
beni mi doğurmuş Ali’yi mi
beni mi kaybetmiş oğlunu mu
gelincikler mi vakitsiz ölür çocuklar mı
annem kalbimi dinliyor kaç gecedir
kaç gecedir benim azlığıma üzülüyor
nasıl azalırdı insan
nasıl yok olurdu sevmesi içinin - hatırlamıyor
cumartesileri sayıyoruz beraber
ve diyorum ki bu cumartesilerin bir şimşeği olmalı
susanın içine bilenenin içine
görüp de demeyenin içine içine çakmalı
inandım çakarsa o şimşek sanki Ali gelecek
yoksa gerisi dağın yamacına bakakalmak
haziran geçti temmuz geçti geçti ağustos bakakalmak
nasıl dönüyordu yuvaya kuşlar – bir bilene sorsak
anneler avuçlarını açarak
ne söylüyor… ne söylüyor bakakalmak
zirvede kimler var hâlâ tanrılar mı?
Arjantin’de 1976–1982 arasında otuz bin kişi, ölüm mangaları tarafından kaçırılıp katledildi ya da kaybedildi.
Faşizmin yöntemleri, ülkeler farklı olsa da birbirine çok benziyor. Teşkilatı Mahsusa’dan bu yana, adlar değişse de yöntemler değişmemektedir. Biz ilk kayıp öyküsünü Sabahattin Ali’den başlatmış olalım. Ancak, özellikle 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra kayıplar artmış, 1990’dan sonra kayıplar zinciri Kürt illerine ulaşmıştır.
Arjantin’de anneler, Plaza de Mayo Meydanı’nda, o tarihten bu yana çocuklarını arıyorlar, kayıpların olmamasını ve işkencecilerin yargılanmasını istiyorlar.
Toplumsal mücadeleler tarihi aynı zamanda, etkileşimin, deneyim paylaşmanın, yardımlaşmanın… (da) tarihidir.
Plaza de Mayo Anneleri’nin deneyimlerinden etkilenen ‘Cumartesi Anneleri’, 1995’ten bu yana, bütün engellemelere karşın her cumartesi buluşuyor, kayıp yakınlarının bulunmasını istiyorlar. (Bu yazının yazıldığı Kasım/Aralık 2020’de anneler 819. kez bir araya gelmişlerdi.)
Gülçiçek Günel Tekin; Teşkilât-ı Mahsusa’dan Ergenekon’a Kayıplar, Yargısız İnfazlar ve Faîl-i Meçhuller kitabında şunları söylüyor: ‘’ Yıllardır, kayıp yakınlarından oluşan ‘ Cumartesi Anneleri’ her Cumartesi günü saat 12.00’de, Galatasaray Meydanı’nda toplanıp kayıplarının hesabını soruyor. Tam 299 kere bir araya gelmişler ve kaybedilen oğullarının, kardeşlerinin, babalarının, akrabalarının hesabını sormuşlar; coplanmışlar, biber gazı yemişler, saçlarından tutulup gözaltına alınmışlar ama yine de yılmamışlar…’’
Plaza de Mayo için yazılan şiirlerle sürdürelim sözü.
İlk şiir sevgili Behçet Aysan’ın ‘Beyaz Başörtülü Kadınlar’. ‘jose antonio’ tıp öğrencisidir. Güz mevsimidir. Evine dönmektedir. ‘yorgun işçiler’ birer birer iner otobüsten. O da iner.
‘’ …
hiçbir şey anlamadı jose antonio
güz yaklaşıyordu, hüzün ve sınavlar
bahçe kapısını yavaşça araladı, sabah
suladığı sardunyaya baktı.
yüreğinde o güne kadar yaşamadığı bir
telaş, hemencecik gidip yatağa uzanmak
günün son sigarasını yaktı.
anası babası ve öğrenci kardeşi
uyumuşlardı, pencereler karanlıktı
anahtarı cebinden çıkardı
ne çok ışık, hepsi yandı
ağaçların arasında otomobil farları
jose antonio şaşırdı
silahlar üzerine doğrulmuşlardı.
saat 02.25, kenar mahalledeki evin içi
bütün kitaplar yerlerde
şiirler, ders notları, mektuplar
ve fotoğraflar, söyle bu resimdeki kız kim
ya bu sakallı arkadaşın
…
bir gün sonra sabah, toplama kampı la perla
çok erken saatlerde beni hücreden
aldılar, gözlerimde siyah bezden bir bant
taktılar, bir ağacın arka koltuğuna
boylu boyunca yatırdılar
…
üzerime kanlı bir pijama giydirdiler
ayaklarım
zincirle birbirine bağlandı
ve ellerim
kenarları yüksek
tahtadan yatağa yatırdılar.
duvar
gözetleme deliği olan demir kapılı
bir odada
on iki gün sonra
jose antonio da
desparecidosdu.
yedi yıl geçtikten sonra, plaza de mayo
yürüyorlar alana doğru
binlerce beyaz başörtülü kadın
ve binlerce yitik fotoğrafı
genç yaşlı kız erkek
binlerce desparecidos
analar ve anılar
eşler kardeşler çocuklar
geri istiyoruz onları
geri istiyoruz onları
şu bıyıklı
manuel, öğretmendi
arkada hudeibro, maden işçisi
jose parada, Santiago nattino
ve işte jose antonio’nun annesi
elinde oğlunun kocaman resmi.
Geri istiyoruz onları.
-jose antonio benim
Emirhan Oğuz, 1988’de yayımlanan ‘ Ateş Hırsızları Söylencesi’deki ‘PLAZA DE MAYO ANNELERİ’ şiirinde keder ortaklığımızı acıyla işler:
‘’ künyemde on beş bin ad okunuyor
hem derin uçurumlardayım hem kor dehlizlerde
her evin temel çukurundayım
mezarım belirsiz
yedi yıl yirmi yedi mevsim anne
kurudu kanım tank paletleri altında
törenleriyle sirenleriyle çiğnediler cesedimi
gözlerimi kara çaputlarla bağladılar
çaldılar benden günü geceyi
gördüm kaç genç kızın gelinliğini kirlettiler
kaç bebeğin beşiğini sarstı postalları
gördüm anne
çelik miğferleriyle tutular sabahın kapısını
sorgulara taşındım
mitralyöz tarakaları yaladı
çiçek tarhlarında çürüyen saçlarımı
dinle anne
ben desparesido’nun kurşun geçirmez sesiyim
beni bir dağın kıyısında vurmuşlardı
mezarım belirsiz
…
dinle anne
bir desparesido’nun ağıt tutmaz sesiyim
beni bir gecekondu avlusunda vurmuşlardı
mezarım belirsiz
…
bugün haftanın dördüncü günü
ilk perşembesi ekim’in
mayıs meydanı’nda yuvalarını kuruyor kırlangıçlar
ve senin yumruklaşan ellerin
tıpkı sonsuz toprakları ülkemin
doğacak günü taşıyor avuçlarında
bir acının sevince yazgılı sesisin anne
yolumu bekleyen gözlerin
bir daha göremeyecek karda savrulan atkımı
o emekçi ellerinle saçlarımı saramayacaksın
ama üzülme
gölgemin değdiği duvarlardan
tülden bir esiniyle geçecek mayıs sabahı
gün gelecek
sevinçle savurarak sigara dumanını
şarkılar söyleyecek fabrika kapılarında kardeşim
ve sen her Perşembe geleceksin
ve mezarının toprağını hep gizleyecekler senden
bugün dördüncü günü haftanın
acıyı ve özlemi
umudu ve öfkeyi çağırıyor mayıs meydanı’nda toprak
duy çağrımı
ağarmış kızılderili alnınla gel anne
yorgun bilekleriyle ayaklarının
yurdumun uçsuz bucaksız pampaları gibi
üretken öpülesi ellerinle gel
toplumezar çiçeklerinden topla türkümü
türkümü söyleyen melez sesinle gel
listelerde on beş bin kayıbım anne
on beş bin ölü
on beş bin kayıp
Mustafa Köz de Plaza de Mayo’dan Galatasaray Meydanı’na uzanan köprüyü kurar, 2011 tarihli ‘ ONLAR İÇİN BİR FÜG’ şiirinde:
’’ ‘ Bağışlamıyoruz, unutmuyoruz.’
Denizler doldu, 40 000 oğul ve kız çocuğu
40 000 alevden düş, 40 000 yiğit yoldaş.
Biz Plaza de Mayo anneleri, biz zincir tutmaz Las Locaslar
taş emziriyoruz, kül, yeryüzü ve gökyüzü.
Ne kadar da küçüldü şu dünya, diyelim Türkiye’de bir yerde
örneğin ışıklı bir bulvarda, bir cumartesi günü
-öyle benziyor ki perşembeye-
bir kardeşimiz yitirse kıpkızıl baş örtüsünü
burada, bu mayıs meydanında yani,
beyaz bir bayrak gibi gölgeleniyor üstümüzde o örtü
kızımızın diyoruz ya da oğlumuzun armağanı yavuklusuna.
Alanlar dolusu kan, rüzgâr, gözyaşı ve amansız istek
bizim değil çadırlarımıza yağan bu zorba irin yağmuru
biz istemedik onların beşik iplerini kesen o saf bıçakları.
‘Sağ aldınız onları, sağ istiyoruz.’
Kimse söyleyemez bize acı çektiğimizi
gölgede kuruyan ağlar gibi evet yüreklerimiz
ama bir çocuk ağlaması duymayalım yekinip kalkıyoruz ayağa
o zaman yeniden serpiyoruz o ağları
epeydir inanmadığımız o kanlı denize
o zaman silkiyoruz gün ışığını ağlarımızdan
o zaman sökün ediyor adları çocuklarımızın,
gizlendikleri yerden
Kenan, Aysel, Greciela, Talat, Lilian, Süheyla,
Metin, Matias, jara
…’’
‘Cumartesi Anneleri’ni tek başına, bir kitap oylumunda, ‘Cumartesi Anneleri/anımsamanın zaferi” kitabında, şiirleştiren Aydın Öztürk’tür. Kitap, 1996’da (elimde olan ikinci baskı) İnsancıl Yayınlarından yayımlanmıştır. Kitap, Ragıp Zarakolu’nun ‘ Mayıs Alanı Anaları Ya Da Anımsamanın Zaferi’ başlıklı önsözüyle başlar: ‘’Latin Amerika’da Ulusal Güvenlik Doktrini çerçevesi içinde, askeri cunta yönetimleri ‘kayıplar’ ve ‘yargısız infaz’ olayını hayatın bir parçası haline getirdiler. Zorla kaybettirme ve ‘yargısız infaz’ uygulamalarının bir adım ötesi soykırımdır. 1978 yılında bir İngiliz gazeteciye demeç veren General Videla şöyle diyecekti: “Terörist sadece bir silah ya da bomba taşıyan kişi değildir. Batı ve Hıristiyan uygarlığına ters düşen fikirleri yayanlar da teröristtir.” Buenos Aires bölgesi askeri valisi General İberico Saint – Jean çok daha katıydı: “Önce yıkıcıları yok edeceğiz, sonra işbirlikçilerini, sonra… sempatizanlarını, sonra… kayıtsız kalanları, sonra zaaf içinde olanları…’ Generaller ülkenin her yanına yayılan 340 temerküz kampından oluşan bir ağ kurdular. 30 bin dolayında insan geçti bu kamplardan ve kimse onları bir daha görmedi. Kayıp aileleri kendi aralarında örgütlenerek, Mayıs Alanı Anaları örneğinde olduğu gibi, kaybolan evlatlarına ve yakınlarına sahip çıktılar, toplu mezarları açığa çıkardılar, işkence merkezlerinin, başkanlık saraylarının önlerinde gösteri yaptılar. Analar daha darbeden bir ay sonra 1977 yılında bir araya gelmişlerdi. Cunta basını, Onları ‘deli kadınlar’ diye adlandırmış ’teröristlerin anaları’ olmuşlardı. ‘Kirli Savaş’ deyimi Arjantin’de doğdu. Devlet terörü tüm toplumu hedef aldı…’’
Yaklaşık elli sayfadan oluşan, yer yer düzyazışiirin olanaklarının da kullanıldığı ırmak şiirde Aydın Öztürk, Plaza de Mayo anneleriyle Cumartesi Annelerinin bağını kurar ve bizi Kasaplar Deresi’nde Maden Köprüsüne; Atlas Okyanusu’ndan Atışalanı Kemer Mezarlığına; Ataşehir Kimsesizler Mezarlığından Aznavur Pasajı’na… doğru yolculuklara çıkarır:
‘’…
annelerin yürek viranelerine soluksuz bastırdığı
fotoğrafların ayrı dilleri yoktur, gözyaşlarının
çığlık bütün ülkelerin makamlarında aynı sestir
buenos aires yazılmış tarihidir kayıpların
görgü tanığıdır başkanlık sarayına bakan meydan
her anne beklediği yolcuyu tunca kazımıştır
içindeki bütün meşaleler isli alevlerde, rüzgârda
bütün zaferler karanfil kokusudur bu ateşle yanar
istanbul galatasarayda her cumartesi kuşatılmıştır
her öğlen, yüzü pas içinde bir duvar ağlar
pas içinde bir duvar ağlar ve yalnızdır
uzanan elleri bıraktığımız boşluğa düşer
kemirdiğimiz tırnaklarla sönmüş içimiz
oradan bir hırsız gibi kaçar
…
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
cumartesi annelerinin ıslak kirpiklerine.
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
yüreğimize bakan fotoğraflara
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
panzerlere, çelik kasklara, kurt köpeklerine
laciverde saklanmış korkuluklara kar yağıyor
saçlarım ağarıyor bir çığlığın gözlerinde
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
albümlerde sararmış gülüşlere
ipte oğul kokan çamaşırlara
anılara kar yağıyor, hüzün tutuşuyor
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
cinayetleri saklayan boğma tellerine
bolu dağlarına, sapanca’ya deşta mergana
kar yağıyor maden köprüsünün kemerlerine
kar yağıyor, asla zalimleri ağartmayan.
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
feriköye, kemer mezarlığına, karacaahmete,
metini sardığımız kırmızıya, kurumuş güllere
…
bilin ki bir anne ağlıyorsa,
en azgın nehirler durur ayakları dibinde.
bilin ki bir anne ağlıyorsa,
zalimler taslarını – taraklarını toplasınlar artık.
Bilin ki bir anne ağlıyorsa
zalimlerin tüfekleri namlularından karıncalaşmaya başlar.
aman dileyip iğnelerini kırsalar da tabancalarının.
yüreklerinin ardına – azıcık kazıyınca ortaya çıkan –
paslı insanlıkları düşmüştür.
bilin ki bir anne ağlıyorsa,
çiçek topluyordur bulutlar, hüzün çelenkleri için.
…’’
(ARTI GERÇEK – Nusret GÜRÖZ – 6.12.2020)
Nusret Güröz’ün 28 sayfalık incelemesinin bir bölümünü sayfamızda paylaştık… Yazının tam metni ve kaynakçalara şu link’ten ulaşabilirsiniz:
https://artigercek.com/haberler/benim-annem-cumartesi-siirleri
DEVAM EDECEK