Benlik, Öteki ve İktidar

. Özneleşmenin aynı zamanda iktidara ve iktidarın normlarına tabi olmak anlamına geldiğini düşünürsek, ötekini nesneleştiren öznenin kendisinin de “en büyük gören” olan iktidar tarafından nesneleştirilmiş olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz

 

Niyazi Kızılyürek

niyazi@ucy.ac.cy

İnsanların özerkliğini, imkânlarını ve sınırlamalarını belirleyen nedir? Toplumsal bir varlık olarak özne-insan kendisi için özerk bir alan açabilir mi? Buradaki “kendisi” özerk bir varlık mıdır, yoksa “kendisi” dediğimiz “başkaları” tarafından kısmen belirlenen, “kendisi” olma sürecinde “başkalarına uğramak zorunda kalan”, haliyle de başkaları olmadan “kendisi” olamayan bir “kendisi” midir? “Uğramak zorunda kaldığı başkaları” gerçekte ne kadar “kendileridir”? “Kendileri” olurken hangi normlara ve haliyle iktidar biçimlerine boyun eğmişlerdir?

 

İnsanın “toplumsal bir hayvan olduğu”, yani kendisini ancak toplum içinde var edebildiği biliniyor. Yine de kabaca iki ayrı ekolden söz etmek mümkündür: birinci ekole göre insan düşünme yeteneğine sahip bağımsız bir varlıktır ve kendi kendini geliştirip yaşamına gönlünce yön verebilir. Başkalarının yardımına elbette muhtaçtır. Korunması ve eğitilmesi için başkalarına bağımlıdır. Özellikle de çocukluğunda… Fakat büyüdükçe özerkleşir ve kiminle ne kadar, nasıl bir ilişki kuracağına kendisi karar verir.

İkinci ekole göre, insan sürekli olarak başkalarına bağlıdır, bağımlıdır, çünkü “kendisine giden yol” başkalarından geçer. Başkaları olmadan “kendisi” olamaz. Bu yaklaşım, insanın başkaları tarafından tanınmaya/onanmaya gereksinim duyduğunu, başka türlü var olamayacağı anlayışından hareketle insanın sürekli olarak tanınma arayışı içinde olduğunu öne çıkartır. Böyle olunca da başkalarının ne düşündüğü, nasıl bakıp ne gördüğü varoluşsal bir boyut kazanır. Jean Paul Sartre tam da bu noktadan hareket ederek başkalarının “nesneleştiren bakışından” söz eder. “Özne-Öteki”nin bakışının “Nesne-Ben” yarattığını belirten Sartre, “Ben”i belirleyenin “Öteki”nin bakışı olduğunu ileri sürer. Örneğin, “Yahudi’nin anti-semitlerin nesneleştiren bakışıyla kurgulandığını ve bu kurgudan başka bir ‘köke’ sahip olmadığını” belirten Sartre, “nesneleştiren bakışın etkisinden kurtulmak ve “nesne” statüsünden çıkmak için “Ben”in de “Öteki’ne “bakması” gerektiğini düşünüyordu. Nitekim bu yaklaşım biçimini sömürgeci bağlamda da ele alan Sartre bir yazısında Fransız halkına şöyle seslenecekti: “Görülmenin ne demek olduğunu sizin de hissetmenizi istiyorum. Çünkü beyaz insan üç bin yıldır görülmeden görme ayrıcalığına sahip”.

Elbette iktidar ve egemenlik ilişkilerinden bağımsız bir “ben” veya “öteki” yoktur. Fakat herkesin bakışı eşit derecede “nesneleştiren bir bakış” değildir. “Beyaz insanın” nesneleştiren bakışı sömürgeci iktidar örgüsünden kaynaklanıyorsa, bir toplum içinde “genel ahlak” vs. adına başkalarını ötekileştirenlerin gücü de özneleşme sürecinde iktidarı ve iktidarın dayandığı normları içselleştirmelerinden kaynaklanıyor. Judith Butler’in dediği gibi, “normlar özneden önce gelir” ve sürekli tanınma ihtiyacı içinde olan özne “tanınmaya değer” bir kimliğe sahip olmak için kendisinden önce var olan bu normlarla belli ölçülerde uyum içinde olmak zorundadır. Ne var ki, bir toplumda normlar özneden “çok şey” alıp götürürse, ya da öznenin “çok şeyini” dışarıda bırakırsa, o zaman özne onu özne yapan normlarla, ya da Michel Foucault’nun deyişiyle “hakikatler rejimi” ile çelişkiye düşer. Toplumların baskıcı normlarını tartışmaya açtıran da budur. Özneleşmenin aynı zamanda iktidara ve iktidarın normlarına tabi olmak anlamına geldiğini düşünürsek, ötekini nesneleştiren öznenin kendisinin de “en büyük gören” olan iktidar tarafından nesneleştirilmiş olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz. Bu noktada normları tartışmaya açmak veya eleştirmek, aynı zamanda, kendimizi de eleştiriye açmamız anlamına gelmektedir.

 

 

Dergiler Haberleri