Bulut Unvan
bulut.unvan@gmail.com
"Bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, o insan, o odada hapistir."
Wittgenstein
“Tarih uyanıp kurtulmaya çalıştığım bir kâbustur.”
James Joyce
Kötü şeylerin duyguları, kendilerinden önce gelir. Berkin Elvan'ın öldüğü gün iki saatlik, uykuya benzeyen bir hareketsizlikten sonra yataktan çıktım, üstümde mide bulantısı ile nefessizlik arası bir sıkıntı. Günlerdir zaten havada koyu bir karaltı vardı, günlerdir kasetlerden, demeçlerden, ekranlardan sızan bir karanlık hepimizi sarıp sarmalıyordu. Ama devletin kaç zamandır sinsice çıkardığı o uğultu, o gün baş ağrıtan bir gürültüye dönüştü; Berkin'in ölümü karanlık bir ağacın dalında olgunlaşan acı bir meyve gibi içime düştü. Uykusuzluğum uykusuzluğuma ulanırken, insanlığımın, benliğimin acıyla taşlaştığını hissettim, içimdeki taşlaşan insanın bile canı yandı. Sıkıntımın biten bir mevsimin sonundaki kedere, özleme ya da hüzne benzeyen bir tadı da yoktu. Kirli bir bardak suyu nefes alamadan içmek kadar pis ve anlamsız bir yorgunluğun içindeydim.
Öfkemin aklıyla düşünürken gördüm, dinlediğim şarkılardaki, okuduğum satırlardaki, baktığım yüzlerdeki anlamın kaybolduğunu, eksildiğimi, daraldığımı, acımın içine sıkıştığımı. Berkin'in cenazesindeki ya da sokaklardaki kalabalıkları izlerken sıkıntımın duvarlarında açılan pencereden bakmayı denedim, fakat ne kadar baksam da, eninde sonunda gördüğüm keskin bir karanlıktı; acısı ses olup dışarı taşan herkes orada sokaktaydı, polisten korkmayan herkes sokaktaydı, başını dik tutup devletin gözlerinin içine bakabilenler sokaktaydı, vicdanı olanlar sokaktaydı. Ama artık Berkin, 15 yaşında, rüyasız bir uykudaydı ve dünyanın tüm sokaklarında, dünyanın tüm seslerini de çıkarsak hep 15 yaşında kalacaktı.
Ne yapmam gerektiğini, ne yapılması gerektiğini kendime sorarken, kendimi hep aynı çaresizlikle boğuşurken buldum: İnsan olmanın bana sunduklarını yitirdikçe, iktidar isimli karanlık karşısındaki çaresizliğim yükseliyordu. Çaresizliğim yükseldikçe, insan olmanın anlamı azalıyordu. Acıya dahi anlam veremezken, bir çocuğun ölümüne isyan edenleri nekrofili, ölen çocuğunun başında ağlayan bir anneyi terörist ilan edenlerin hayatımızın ortasına çöreklenmesini sağlayan denklemi deşifre edecek aklı harekete geçirmek de, o denklemi bozacak direnci yürütmek de imkânsızdı, zordu. Ama bütün zorluğuna rağmen tamamen susmamı, önceden başlayan taşlaşmanın tamamlanmasını engelleyen de gene bu acıydı. Çünkü iktidarın yaraladığı şey, en derinde, çekirdeğimde taşıdığım şeydi: Yaşama arzusu.
Devletin şiddeti, gelip de bir çocuğun kalbinde durduğu zaman, insanın, hayata bağlı olduğu yerlerinden kopmak istemesi kolaydır. Bir çocuk, bir iktidara kurban verildiğinde, iktidarı elinde tutanların yüzü bile kızarmıyorsa, yaşamdan vaz geçmek kolaydır. Şarkılara sağır kalmak, cümlelere göz kapamak, onların bir çocuğa belki de hiç ulaşmamış olduğunu, onun çocuk gözlerinden kulaklarından içeri hiç süzülmemiş olduğunu bilirken kolaydır. “Böyle şeyler hep olur, sokağa çıkmasaydı” diyenleri anlamak zor, onların yerine utanmak kolaydır. Ve utanç ağırdır, 16 kiloluk bir yumruk olur insanın boğazına takılır. O kadar ağırdır ki, insanı ondan kurtulmak için bir çare aramak zorunda bırakır. Utandıkça, acıdıkça / utansam da, acısam da / utandığım için, acı çektiğim için, vicdanım topal bir kedi gibi ağır aksak, bu karanlığın üstüne doğru yürümeye başladı.
Devletin uyguladığı şiddetin en net etkisi, zamanın Berkin için duracak olmasıydı. Bu gerçek, algılanacak diğer tüm gerçeklerin de, onun ölümüne neden olan ve ölümünü de içine katarak devam edecek sürecin de altını çizen siyah bir çizgi gibiydi ve işte buydu, benliğimin üstünde yürümeye başladığı yol. Zaman duraksadığı için, irade kendini ancak zamanın duraksayan yüzeyinde dolaşarak gerçekleştirebilirdi. Berkin’in ölümünün anlamına tutunarak ölümün anlamına yönelmek, ölümün anlamında yaşamı görmek ve ona bir anlam vermek: Anlamak. Kaybolan anlamı geri verecek olan onun, yani kaybın kendisiydi. Sezgiyle kavradığım bu gerçeği, aklımda harekete geçiren yine Berkin’in kendisi oldu.
Aksayan bir saatin yeniden duyulan tik takları gibi, yorgun bir atın tekrar koşması gibi, dinmekte olan yağmurun bir daha hızlanması gibi, Berkin’in fotoğraflarına bakarken hatırladım yaşamı ve yaşama devam etmenin zorunluluğunu. Çünkü orada namlusu Berkin’e doğru uzanan polisin görmediği bir şey vardı: İnsan. Ve insanın önemi sadece, “toplumsal kabullere dayalı kurumsallaşmış şiddetten güç alan iktidar, çeşitli aygıtlarını kullanarak kapsamı dışında kalanların hareket alanlarını daraltmakla kalmaz, aynı zamanda onların kanaatlerini de düzenleme yoluna gider. Erkin ihtiyaçları doğrultusunda algısı ve belleği yeniden düzenlenen bireyin eylemlerinin sonucu artık iktidar için bir tehdit değildir. Zihni hadım edilmiş birey ve bireylerden oluşan toplum, talebi ne olursa olsun kendini hadım eden iktidarı yeniden üretecektir. Fizikselleşen devlet şiddeti bu nedenle öncelikle iktidarın bir çözülme evresine girdiğinin göstergesidir” denerek açıklanabilen bir şey değildir! İnsanın önemi sadece akılla değil sezgiyle de kavranır. Ölen bir insanın, çocuğun karşısında yaşanan taşlaşma bu nedenle devlet için bir tehdittir. Boğaza takılıp kalan bir nefes, bu nedenle iktidar için korkutucudur. “Vicdan” bu nedenle tehlikeli bir sözcüktür.
Bunu algılayışım, Berkin’in ölümünü kavrayışımdaki ikinci aşamaydı. Ölüm vardı, evet. Ölümün bir anlamı da vardı, evet. Demek ki şimdi ölümün anlamının bir yaşamı olacaktı. Aklıma Attila İlhan’ın “sokaklarda mızıka çalma çocuk / vurulursun” dizesi gelecekti, sokaklara çıkacaktım. Aklıma sokakta vurulan bir çocuğun kendisi gelecekti, sokaklara çıkacaktım. İnsanları da sokaklara inançla çağıracaktım, gelmeyenlere hayretle bakacaktım. İktidar vurulan bir çocuğun mızıkasından çıkan melodide eriyecekti, o çocuğu unutmayacaktım. Bir çocuğu ortadan kaldırmaya çalışan devlet, sivilliğimin anlamını zihnime çivilemiş olacaktı. O çiviye fotoğraflar asacaktım; Berkin’in, Ali İsmail Korkmaz’ın, Ethem Sarısülük’ün, Gezi’den yürümeye başlayıp daha büyük bir yere doğru giden herkesin, devletin doğrudan şiddetiyle ya da aç bırakılarak, sokaklarda terk edilerek ölüme yollanan tüm çocuk ve insanların fotoğraflarını.
Berkin’i toprağa vereli henüz bir ay olmadı. Ama ölümü karşısında hissettiğim çaresizlik ile yaşamın içinde ilerleye ilerleye iktidarı geriletmeye duyduğum arzunun arasında, hep çocuk kalacak bir çocuğun yaşamını fazlasıyla aşan bir süre var şimdi. Ve biliyorum ki, o, kendi küçük bedeninde, benim gibi yorgun, umutsuz ve uykusuz pek çok kişinin büyük devrimini gerçekleştirdi: Artık Berkin için de yaşayacağım. Yaşayacağız. Yaşamak zorundayız. Bizden ve ondan alınanı yerine geri koymanın tek çaresi budur; daha da çok akıl, daha da çok vicdan, daha da çok iradeyle yaşamak. Gördüğümüz her gölgede, şiddete uğrayan her insanda, önüne sınır çekilen her eylemde bir çocuğun kalbiyle ilerlemek. Tüm kurum ve kanaatleriyle kendi içine doğru çöken bir iktidar ile çocukların gözleri arasındaki ilişkiyi görerek mücadele etmek.
Berkin’in ölümü, karanlık bir ağacın dalında olgunlaşan acı bir meyve ise Berkin’in kendisi de artık, gücünü göstermek için halkın üstüne doğru koşan devasa bir iktidarın ayağına takılıp düşmesini sağlayan bir ağaç dalıdır. Şiddetten medet uman korkak bir iktidarın acziyetinin yansıdığı, “kral çıplak” diye bağıran bir aynadır. O aynaya baktıkça toprağın altındaki köklerimiz güçlenecek, o aynaya baktıkça, korkudan medet uman iktidarın karşısına korkmadan çıkacağız, o aynaya baktıkça Berkin’i hep hatırlayacağız ve toprağın altında buluşan köklerimizin üzerinde yetişen ağaçta bir daha acı meyveler yetişmesin diye umutla, ölümden doğan ve ölümü aşan bir umutla yaşayacağız. Teşekkür ederim Berkin, yaşayalım diye bize yaşamını verdiğin için.