Müzakere sürecinde ciddi bir tıkanma olduğu aşikar. Bu noktada gerçekleri konuşmak ve alternatif tartışmalar üretmek, çözüm güçleri için üzerinde durulması gereken bir konu.
Tıkanıklığın ana nedeni, 11 Şubat 2004 ortak açıklamasındaki, “konu başlıklarının birbiri ile bağlantılı görüşülmesi” ve “hakemlik müessesesinin reddedilmesi” ile ilgili kabulden kaynaklanmaktadır, diye düşünüyorum.
Açık yazmak isterim, yirmi ayı bulan görüşme süreci boyunca, her iki lider de ciddi anlamda yapıcı adımlar atmışlardır. Gerek sürecin kopmaması gerekse, her konu başlığı altındaki yakınlaşmaların olabildiğince kapanması açılarından. Geriye dönüp baktığımızda büyük yol kat edildiğini ve yaklaşık on adet alt başlıkta uzlaşmanın sağlanamadığını görebiliriz. (Bu noktada Kıbrıslı Liderlere güvenmeyenlerin dönüp BM Genel Sekreterinin ve ilgili ulusal/uluslararası güçlerin açıklamalarına bakmaları yeterli.) Bu on konuda varılacak uzlaşı, geriye kalan tüm ayrıntıları domino taşı gibi birbiri ardınca etkileyerek çözecek niteliktedir. Bu nedenle kesinlikle bir uzlaşı ya da yakınlaşma yoktur gibi iddiaları dikkate almamak gerekir.
Malum, altı tane temel başlık var: Yönetim ve Güç Paylaşımı, Avrupa Birliği, Ekonomi, Mülkiyet, Toprak ve Güvenlik ile Garantiler.
Bu başlıklar arasında Garantiler konusu Kıbrıslı Liderlerin doğrudan çözebilecekleri bir konu değil. Yani iradi olarak gerçek anlamda bir etkileri yok ! Üç garantör ülkenin, yeni garanti sistemini ya da uzlaşılacak yeni durumu konsensüs ile şekillendirmeleri gerekmektedir.
Güvenlik konusu ile garantiler konusu birbiri ile ilintili olmakla birlikte birbirini tanımlayan olgular değildir. Yani güçlü bir garanti sistemi, yeni devletin işleyişindeki güvenlik rejimini sağlayamaz. Oysa modern devletin var olma nedenlerinden biri vatandaşının, güvenliğini sağlamaktır. Bu bağlamda gerek Federal gerekse Kurucu devletlerin, siyasi ve hukuki önlemleri ve fiili güçleri bağlamında bu durumun sağlanması şarttır.
Kıbrıslı Türklerin öne çıkardığı sorunlardan biri güvenliktir. Bu bağlamda siyaseten güçlü bir eşitlik sistemi, hukukun üstünlüğü rejiminin, garantör devletlerin sağlayacağı olası caydırıcılık etkisinden çok daha etkili, çözüm sağlayıcı ve adil olacağını düşünmemiz gerekir.
Özde, Kıbrıslı Türklerin bu ve buna benzer kurumsal önlemlerle kurgulanacak yeni devlet yapısına sahip olmasının sağlanması üzerinde durabilir ve bunun, Kıbrıslı Rum Liderliği tarafından da anlayışla karşılanacağını düşünebiliriz.
Yine şunu çok açık tartışmakta yarar var, adanın bölünmesinin mimarlarından olan Denktaş ve çevresinin, 1963’ten itibaren Türkiye’nin etnik çatışma gerekçesiyle adaya müdahale etmesi için gösterdiği çabanın, on bir yıl sonra yani 1974’de gerçekleşmiş olması manidardır. Üstelik Türkiye, etnik çatışma gerekçesi ile değil, resmi bağlamda “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel maddeleri ile oluşan durumu (state of affairs) tanırlar ve garanti ederler” bağlamındaki madde üzerine, uluslararası hukuktan aldığı (1959 Garanti Antlaşması) yetki ile müdahale edebilmiştir.
Yani eğer Kıbrıs Cumhuriyeti, bir devlet yapılanmasının gerektirdiği müdahaleleri zamanında ve tarafsız bir şekilde yaparak, Kıbrıslı Türklerin toplumsal varlığını, bölgesel sorunlarını, uğradığı ayrımcılığı, Kıbrıslı Rumların tek yanlı Anayasayı değiştirme girişimini v.d önleyebilecek kapasitede olmuş olsaydı, 1974 savaşı yaşanmayabilirdi.
Bugün, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türklerin endişeleri giderilmeden, sosyal travmalarına, savaş sonrası kuşku, endişe ve korkularına yanıt verecek güçlü bir düzenleme yaratılmadan çözüm yönünde yol almak çok zor olur. Ve doğrusu her iki toplumun bu yöndeki psikolojilerini anlamaya çalışmak gerekir. Ancak bu hassas ortamı farklı gerekçelerle istismar etmemek gibi bir ahlaki duruşun sergilenmesi de oldukça önemlidir.
Güvenlik sisteminin de dikkate alınacağı ve Garantilerin daha sonraya bırakılacağı yeni bir müzakere stratejisi neden yaratılmasın?
Beş artı bir (güvenlik), başlık ile tüm müzakere sürecinin tamamlanması, büyük resim üzerinden al verin sonlanması, Kıbrıslı süreç olarak başlayan müzakereleri ileriye taşımaz mı ?
Kıbrıslı bir Türk’ün, eşitliğinin devlet yönetiminin her düzeyinde sağlandığı, hukukun üstünlüğünün tesis edildiği, ekonomik anlamda gelişmesi gerekli avantajların güvence altına alındığı, kendi devletinde kendi kendini yönettiği bir yapılanma içerisinde herhangi bir sorun yaşasa da sistem tarafından çözüleceğini bilmesi, kanımca yeterli güvenceyi sağlar.
Garanti sistemini dışarda bırakacak şekilde, tüm al veri yukardaki bağlamda yapıp tamamlandıktan, tarafların eşitlik, toprak, iki bölgelilik ve güvenlik ihtiyaçlarına cevap verecek bir model oluşturduktan ve noktayı koyduktan sonra BM’ye:
“Biz ödevimizi yaptık, her iki toplumun da rahatlıkla evet diyebileceği bir çözüm yapısı oluşturduk, garantör ülkeler de bizim toplumsal irademize saygı göstererek;
a- on beş yılda bir yeniden değerlendirmesi,
b- garantörlerin tek yanlı müdahale hakkı olmaması kaydıyla,
bir garanti rejimi üzerinde düşünüp, alternatif önerileri bizimle paylaşın” şeklinde bir inisiyatif alamaz mıyız…
Şunu çok iyi görmekteyim ki, yarım yüzyıllık müzakere stratejisi ve çözüm modeli ile ilgili tarafların hakim duruşları ile ilgili yeni bir paradigma geliştirilmeden çözüme ulaşmamız imkansızdır.