Baf’ın Trodos bölgesindeki yangın bana birçok şeyi hatırlattı.
Öncelikle sözleri sevgili dostum Bülent Fevzioğlu’na ait “Aramızda iki engel Beşparmaklar Toroslar var ya...” şarkısını. Tek bir farkla; aradaki engel Toroslar değil Trodoslardı artık.
Bir diğer hatırlattığı şey ise, Beşparmakların 1995 yangını...
Bu küçücük adanın bölünmüşlüğü yılarca zihinlerimizde kanıksanır olması için birçok politikalar yaratıldı.
Büyüğümüzden küçüğüne kadar “bizim taraf, O taraf” diyerekten bölünmüşlüğü zihnimizde meşrulaştırmış olurken, “biz” ve “ötekileri” yaratır olduk farkında olarak ya da olmayarak.
Çok iyi hatırlıyorum; Girne’den çıkarken yağmur yağıyordu. Belli ki her bölgede etkiliydi yağmur. Lefkoşa’dan güney’e geçtiğimizde yine yağmur aynı yağmurdu.
Çocuklarımdan biri “baba bak burda da yağmur yağıyor” demişti...
Bölünmüşlük öyle bir yerleşiyordu ki zihinlere, sanki sınırlar yerden görkyüzüne kadar görünmez duvarlarla örülmüşçesine, “başka bir yer” olarak algılatıyordu çocuklara bile.
Burda yağmur varsa orda olmamalıydı. Burda kuş gribi vakası varsa Güney’de olmamalıydı. Ki bu “bölünmüşlük sarmalı” içerisindeki Rum yönetimi de Kıbrıslı Türkler için arabaların ve hatta araba içerisindeki yolcuların bile dezenfekte olmaları için yere ilaçlı halılar sermişti. Arabanın içerisinden ayaklarını uzatıp bu halıya basıyordun ve virüsü güney’e geçirmiş olmuyordun!
Halbuki virüs bu, havadan rahatlıkla başka yerlere “sınırsızca” geçebilmekteydi.
İster hayvansal olsun ister tarımsal, ister doğa felaketi isterse yangınlar.
Tüm bunlar bu adanın sınır tanımayan ortak yaşamsal faktörleridir.
Bu ada’nın susuzluğu, yeraltı zenginlikleri ya da fakirliği, denizinin kirliliği, deniz canlılarının geleceği, çevresel felaketler de bu ada üzerinde yaşayan tüm ırkların sorunudur, yaşamsal faktörleridir.
Baf’taki yangın bir kez daha göstermiştir ki; yangınınTürk’ü Rum’u yoktur.
Bu ağaçların ürettiği oksijen, endemik bitkiler, ormanda yaşayan hayvanlar sadece ada’nın güneyi ve Kıbrıslı Rumların sorumluluğunda ve kullanımında değildir. Beşparmak dağlarındaki tüm yaşamsal ve doğal faktörler de Kıbrıslı Türklerin tabusunda değildir.
Bunu bile anlamkata zorlanan zihinler böylesi doğal bir afeti milliyetçilik isterisi içerisinde yorumluyorlar ya, tek kelimeyle “pes”.
Sn.Cumhurbaşkanı Akıncı’nın açıklamasını ve defaatla yaptığı yardım çağrılarını politik bir dille geri çeviren sn. Anastasiadis yanlış yaptı. 1995’te biz de yardım teklifini geri çevirmişsek eğer, bu yanlışın gerçeğini yaşayarak görmüşüzdür.
Her iki liderin de masaya oturduklarında herşeyi kısa bir süre bypass yapıp bu konuyu masaya yatırıp, bundan sonra da çıkması muhtemel bu tür yangınlarda hatta ve hatta, deniz kirliliği ve deniz yaşamı, tarımsal ve ormanlar için zararlılarla mücadele, su rezervlerinin kullanımı konusunda ortak bir komite, ortak bir organizasyon ve ortak bir müdahale ekibi yaratılmalıdır. Politik apoletlerinden kurtularak bir an olsun “insan”, bu adanın “insanları” olarak ortak bir çalışma başlatılsın.
Çünkü 1995 büyük yangınını yaşayan bizler, bu acıyı günlerce göz göre göre, içimiz, ciğerimiz yanarak elimizden geldiğince yangınla savaşarak geçirdik. Şimdi “Trodoslar 2016 Yangını” da acı bir gerçek olarak hafızalarımızda yer alacak.
1995 Yangınından hatırladıklarım...
İlk gün BRT’den iş dönüşü kameramı da yanıma alıp Girne Boğaz’ından geçerken, St.Hillarion’daki askeri birliğin araçlarıyla aşağıya inmeye başladıklarını görüntülemiş, ardından Girne’ye gidip, evin terasından karşı dağlardaki, St. Hillarion bölgesinden hızla gelen yangını görüntüleyip tekrardan haberlere katkısı olsun diye Lefkoşa’ya aynı yoldan geri dönmüştüm. Tekrar Girne’ye geri dönmek istediğimde bu kez Girne Boğaz yolunun kapanmış olduğu haberini duyunca, Arapköy dağ yolu tarafından Girne’ye ulaşmak için yola koyuldum. Gözüm kızıllaşan dağlarda, duman hızla her yanı kaplamaktaydı. Dağların içinden geçerken küllerin bir yağmur gibi aktığını görmek, bambaşka bir acıydı benim için.
Ertesi gün, üstü açık küçük jeep arabamda ben, Kelami (Güler), Can (Aygın), Levent (Şonya), oluşturulan kriz koordinasyon bölümünden bizlere verilen ucu palet gibi kauçuk sopalarla ulaşabildiğimiz yerlere kadar gidip, görevlilere yardım etmeye çalışıyorduk. Dumandan ciğerlerimiz yanarak lastik ayakkabılarımızın küller üzerinde erimesine aldırmadan bir yukarı Girne bir Arap Köy tarafına gidiyorduk. Tankerler su getiriyor, lastikleri küller üzerinde erimeye başlıyordu.
Ve yanılıyor muyum bilmiyorum ama hatırımda; Güney’den İngiliz Üstlerinden bir helikopterin ve itfaiye araçlarının gelmesiydi.
Hatta bugün çocukların bile bildiği Acapulco girişindeki askeri kampın cephaneliğinin, nemi gitsin diye dışarıda bırakılan mermilerin patlamasıydı. Oraya güneyden gelen araçların müdahale etmesine izin verilmemişti. Yukarı Girne’de yangının aşağıya, evlere gelmemesi için bir o yana bir bu yana koşuşturuyordu insanlar. Eve geldiğimde bütün camlar kapatılmıştı. Öylesine yoğun bir kül ve duman akışı vardı ki, yanardağ patlaması gibiydi. Ciklos bölgesinde çam kozalaklarının patlamalarıyla ve rüzgarın da yardımıyla yangın yolu atlamış ta ki Arapköy yoluna kadar gelip durdurulabilmişti. Ama acı bununla kalmıyordu. Güzelim ormanlarımızın yerini yanık ağaçlar, kapkara bir toprak almıştı. Sonra Türkiye’den gelen ormancılar tarafından kesilen kütükler kamyonlara yüklenip Türkiye’ye gönderilmiş, yıllarca süren yeniden ağaç ekim işleri ve geldiğimiz bugünkü durum.
İşte böylesi acı bir anı sadece yangın günlerinde değil, ardından kapkara bir dağla karşı karşıya gelmenin acısını da yıllarca çektik.
Ve Beşparmaklardaki ağaçlar da sadece kuzeyin ve kuzeyde yaşayan Kıbrısı Türklerin değil, tüm ada insanının oksijeniydi.