Duyguların iflâsı mıydı lâkaytlık
Dibe vurmanın boşvermişliği miydi umursamazlık
Kaybedilmiş savaşlara isyan mıydı pervasızlık
Dünya bile şaşırmışken yolunu
İnsan nasıl unutmasın kendini
Bıraktım gözlerimi istediği yere baksınlar
Ne zaman isterse canları, o zaman aksınlar
Ve ayaklarımı bıraktım
Son durak neresiyse oraya koşsunlar
Kahkahalar dökülürse dökülsün dudaklarımdan
Anlamsız sözler çıksın varsın ağzımdan
Kime ne?...
Değil mi ki sansürlerle yaşadık ömrümüzü
Değil mi ki ağlattık hep gönlümüzü
Artık azat olma vaktidir ey ruhum
Dök dökebildiğin kadar içini… (H.İ)
2000 yılı yeni bir bin yıla geçişin başlangıcı oldu ki buna “bin yıl” anlamına gelen “milenyum” dendi. Dünyanın her yerinde insanlar, bu yeni başlangıcın uyandırdığı beklenti, heyecan, ve hatta endişe duygularına kapıldı; sonra da bu duygular zamanla yatıştı ve her şey rutinine döndü. Araştırmacılar bu yeni döneme girerken dünya ile ilgili araştırmalarını yoğunlaştırdı, astrologlar hummalı çalışmalara girdi, Maya kültürü ve takvimi yeniden didik didik edildi. Varılan ortak sonuç şuydu ki; milenyumun başlangıcı ile dünya ,balık burcu çağından çıkmış,kova burcu çağına girmişti.Kova burcu çağı; tek tek her insanın kendi ruhsal benliğinin farkındalığı ile mükemmelleştirilmesinden ve dünyada fevkalade bir ruhsal gelişme döneminden dem vurur. Maya takvimi de, dünyanın ve insanların pozitif bir döneme girdiğine işaret eder. (Bugünkü Meksika’nın güneyi, Guetemala ve Belize’nin kuzeyinde kalan yerlerde gelişen Maya uygarlığı, özellikle astronomi, mimarlık, matematik, hiyeroglif yazısı gibi alanlarda çok ilerlemişti. Karmaşık bir takvim sistemleri vardı. Mayalar, astronomi ve matematik bilgilerinden yararlanarak ve çok ince hesaplar yaparak, bizim bugün kullandığımız Gregorian takviminden daha doğru olan bir tarihlendirme sistemi bulmuşlardı.)
Şimdi 2011 in Kasım ayındayız. Aradan geçen bu onbir yıl içinde araştırmalar daha da yoğunlaştı. Bireysel olarak insanlar dünyanın yaratılışını, kendi yaratılışlarını daha çok sorgulamaya başladı. Medya bu konularla daha da ilgilenir oldu. Bu bilinçle bazı bilinmeyenler çözülmeye ve fark edilmeye başladı. İçinde bulunduğumuz bu zaman bir anlamda farkındalık çağı oldu.
Farkındalığın ; diğer bir deyişle farkında olmanın ne olduğunu anlamak için fazla derin konulara girmeye gerek yok. Bizi bu konuda daha çok ilgilendiren kendi farkındalığımızdır. Kendimizin farkında olmak, kendimizi çözebilmek; olayların, dünyanın ve başkalarının da farkında olmak ve onları çözebilmek demektir. Nedir kendi farkındalığımız?
İnsan ruhunda iç içe bulunan zıt duygular vardır. Sevgi ve nefret gibi, iyi ve kötü gibi, güzel ve çirkin gibi. Fakat bu duygular insanın inanç ve düşüncesine göre yönlenir ve ağırlık kazanır. İnsanoğlu gerek çevresi ile olan münasebetlerinde, gerekse kendi iç dünyasında bir şeylerin doğruluğuna inanarak, o doğrulara göre hareket eder. Fakat çoğu zaman da gerek kendi fikrinde gerekse davranışlarında ikileme düşer. İşte farkındalık, böyle bir çelişkiden kurtulma ve gerçek doğruyu bulma noktasıdır. Bir söz vardır, der ki; “her şey kendi zıddı ile bilinir” yani kötüyü bilmeden iyiyi, çirkini bilmeden güzeli, farkında olunmayanı bilmeden, farkında olmayı bilmek mümkün değildir. Örneğin, sevgi, bir insanın kalbinde gerçek anlamıyla varsa nefret duygusu kaybolmaz ama, şiddetini kaybeder. Bunun aksi ise, nefret hissinin sevgiye ağır basmasıdır ki bu duyguya sahip insan ancak ikiyüzlü, nankör ve riyakar olabilir.
Müteşekkir olma ve nankörlük de bu duygulardandır. Her insanın özünde bu iki duygu da mevcuttur. Teşekkürü ve isyanı yaşamayan yoktur. Bu kavramların içeriğinde gerek maddi gerekse manevi bir “alma-verme” ilişkisi vardır ki bu; alan ve verenin durumuna ve yapısına göre bir karşılık bekler. Ya memnun eder, ya da isyan ettirir. Gerçi iyiliğin makbulü, karşılık beklemeden yapılanıdır, hatta bununla ilgili bir söz vardır “yapılan iyiliği asla unutma, yaptığın iyiliği unut” der. Ne var ki siz unutsanız bile; nankörlükleri ve hainlikleri ile hatırlatırlar size o iyilik yaptıklarınız. Yapılan iyilikler, fedakârlıklar bir çırpıda silinip hiçe sayıldığında ister istemez nankörlüğü de sorgular insan. Lakaytlıkla karşılık veren bir yere kadar hoş görülse de, hainlik ve düşmanlıkla karşılık verene isyan etmemek ve durumu sineye çekmek herkesin harcı değildir. İşte o zaman kendinizi de, ötekini de sorgularsınız. Belki kendinize enayi damgasını vurur ve kızarsınız ama birçok şeyin “farkında olmak” lûtfuna da erersiniz. Gerçekten de; bilme, algılama, sezme ve anlama unsurları ile davranışlarımızı yönlendiren bir lûtuftur farkındalık.
Farkındalığı; insanın kendi ile yüzleşmesi, kendi varlığının farkında olması ( hareketlerinin, sözlerinin hatta mimiklerinin ) diye de tanımlayabiliriz. Kendi kendimizle yüzleşmek demek, egomuzu ön plandan geri ye çekip tarafsızca değerlendirme yapmak demektir. Çünkü egomuz sürekli bizi korumaya çalışan kalkan gibidir ve çoğu zaman gurur, haklılık, haysiyet gibi kavramların arkasına gizlenip bizi haklı çıkarmaya çalışır. Egodan arınıp kendimizle yüzleşmeli ve kendimizin farkında olmalıyız. Kendimizi, öteki’nin yerine koyup tarafsız düşünmek ve karar vermek de farkındalığın temel unsurlarındandır. Çünkü her farkındalık, yeni bir “ben” yaratır. Şu ana kadar varolmuş veya var olacak tüm dinleri, felsefeleri birleştiren özün ne olduğunu araştırmaya kalksak altından sadece farkındalık sözcüğü çıkar.
Yaptığımız şey her neyse, onun farkında olmamız gerekir. Örneğin, şu anda yazı yazıyorum ve biraz da başım ağrıyor. Bunun farkındayım. Farkında olmak her an bilinçli olmaya çalışmak ve içimizde bir merkez doğduğunu hissetmek demektir. Her şey o merkezle ilgili. Farkında olmak zordur çünkü zihin sürekli çalışır ama imkânsız değildir. Bu çok uzun, zor bir yolculuk olsa da bunu başarmak için büyük bir istekle gayret etmek gerekir. Dışımızdaki ve içimizdeki hiçbir şey dokunulmadan kalmamalıdır. Ancak o zaman ruhumuzdaki enerjiyi hissedebiliriz..
Farkında olmaya başladıkça içimizde yeni bir enerji, yeni bir hayat hissederiz. Bu yeni enerjinin yarattığı güçle bizi baskılayan pek çok şey de çözülüp gider. Onlarla savaşmak zorunda değiliz. Kızgınlığımızla, hırsımızla, hezeyanlarımızla savaşmayız. Artık kendimizin farkındayız ve bu duygu bizde bir merkez yaratır. Bu; dinginlik, sessizlik ve hakimiyet merkezidir. İçsel bir güçtür.
Artık içimizde bir gücün var olduğu duygusuyla kendimizi güçlü hissederiz. Enerjimiz yoğunlaşır ve “öz” doğar. Gerçek öz doğarken sahte bir öz duygusu olan “ego” geri plâna itilir. Ego, var olmayan bir şeyi var saymaktır aslında. “Öz” söz verebilen bir merkez demektir ve bu merkez sürekli farkında olarak yaratılır.
İnsanın aklı her zaman iki imkânsız şeyi yapmaya çalışır. Ya “keşke” lerle geçmişi yeniden düzenlemeye ya da geleceği kurmaya çalışır. Geçmiş artık gerçekleşmiş ve bitmiştir. Geçmişe dönebilmek ve bir şeyleri düzeltebilmek mümkün değildir. Geçmişin ancak anılarına gidebiliriz. Geleceği kurmak da mümkün değildir çünkü gelecek, henüz olmamış olan demektir. Geleceği kuramayız, onu ancak hayal ederiz. Şimdiki zamanda bu iki olumsuzluğun arasında bocalar dururuz. Oysa “ Dün bitmiştir, yarınsa meçhul, şimdi yeni şeyler söylemek zamanıdır” demiş asırlar önce Mevlâna.
Bir başka imkânsız ise başkalarının yanlışlarını düzeltme çabasıdır. Bu, diğerlerinden de daha zor ve yıpratıcıdır. Çünkü belli yaşa gelmiş, karakteri oturmuş bir insanı değiştirmek mümkün değildir. İnsan sadece kendi ile bir şeyler yapabilir, sadece kendini geliştirebilir. Mümkün olan tek dönüşüm kişinin kendisinin olanıdır ki bu da ancak farkında olmakla mümkündür. Farkında olmak istemdışı düşüncelerden kurtulmanın da en iyi yoludur.