Bilim: Ne kadar yeni?

...bilim gerçekten yeni şeyler mi keşfediyor yoksa var olan şeyleri bize farklı şekillerde, süsleyerek mi sunuyor?

 

Mustafa Yaşın 
mustafayashin@gmail.com

 

Son yıllarda bilim, hepimizin günlük yaşamına girmiş durumda. En basit konularda bile, bu konuda bilim acaba ne diyor diye merak ediyoruz. Her gazetenin en az bir kaç sayfasında bilimsel gelişmelerden ve o hepimizin iyi bildiği çok meşhur İsveçli ve Finlandiyalı bilim insanlarının bulgularından söz ediliyor. Öncelikle en basit anlamda, Türk Dil Kurumu’na göre bilim şu şekilde tanımlanıyor: ‘’Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim’'. Diğer anlamda bilim; bizlerin yıllarca üzerinde çalıştığı, universite bittirdiği, üzerine master ve doktora yaptığı bir konu da olabilir. Araştırmalarımı ve eğitimimi devam ettirirken, bilime karşı son dönemlerde kafamda bazı soru işaretleri doğmaya başladı. Örneğin, bilim gerçekten yeni şeyler mi keşfediyor yoksa var olan şeyleri bize farklı şekillerde, süsleyerek mi sunuyor? Bu yazı temel anlamda bu soruya potansiyel bir cevap bulmak ve bu konu üzerinde bir tartışma yaratmak için kaleme alınmıştır. Eminim hepimizin çalıştığı çoğu bilim dalları için de bu soru geçerlidir. Davranışsal Ekonomi alanından alınmış örneklerle konuyu daha iyi görebiliriz.

Öncelikle Davranışsal Ekonomi nedir? İngilizcesi ‘’Behavioural Economics’’ olan bu bilim dalı kökleri 1970’lere dayanan ve ekonomiye kıyasla çok yeni bir alan. Temel anlamda ekonomik yöntemleri, psikolojik bulgularla birleştirip, bireylerin aldıkları ekonomik kararları açıklamaya ve anlamaya çalışan bir bilim dalı diyebiliriz. Ek olarak, bu bilim dalı sadece psikoloji alanından değil, ayrıca nöroloji alanından da faydalanıyor. Nörolojik bulgulara bakarak, bireylerin aldıkları ekonomik kararları anlamaya ve açıklamaya çalışıyor. ''Hisler ve Algı'', ''Dikkat ve Bilinç'', nöroloji ve davranışsal ekonominin ilginç konularından bazıları. Örneğin, hisler konusunda yapılan bir ilginç çalışmaya göre, mağaza içerisinde çalınan müzik türünün müşteriler üzerinde etkisi araştırılmış. Şarap bölümünde çalınan Fransız muziği ile Fransız şaraplarının satışı arasında pozitif ilişki tespit edilmiş, (North 1997). Ek olarak, klasik müziğin de şarap alışverişi üzerinde pozitif etkisi bulunmuş, (Areni 1993). Özetle, Davranışsal Ekonomi bu gibi davranışların neden oluştuğunu anlamaya ve açıklmaya çalışıyor. Bu örneğe potansiyel cevap; beynimizin klasik müziği algılaması, yorumlaması ve önceden yaşanan tercübelerle ilişki kurmasıyla açıklanabilir. Beynimizde, klasik müzik ve şarap rahat bir an ile ilişkilendiriliyor olabilir. Bu bağlamda, klasik müzik şarap alışverişini pozitif anlamda teşvik ediyor.

Yukarıda anlatılan bu süreç, beynimizde bulunan farklı alanları tetiklemekte ve bizlere beynimizi daha iyi anlamak için bir fırsat vermektedir. Beynimizin alanları ve bu süreçlerin analizi bu yazının kapsamı dışındadır ancak şunu söyleyebilirim ki son teknolojik gelişmeler bizlere bu gibi ekonomik kararlar alırken beynimizi incelemeye ve analiz etmeye izin veriyor. Örneğin, bir ürünü gördüğümüz, o ürünün sesini duyduğumuz, kokusunu aldığımız ve onu hissettiğimiz zaman beynimizin hangi alanlarının aktifleştiğini nörolojik çalışmalarla anlayabiliyoruz. Kullanılan teknolojik aletler arasında fMRI (fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme) da bulunuyor. Böylece bireylerin yani bizlerin dünyayı ve çevremizi nasıl algıladığımız konusunda bilimsel çalışmalar yapılabiliyor. İşte burada, bilime karşı kafamda bazı soru işaretleri doğmaya başlıyor çünkü dünyayı, evreni, çevremizi ve kendimizi nasıl algıladığımız konusunda bilimselliğin dışında yapılan ve kökleri binlerce yıl önceye dayanan çalışmalar var. Aşağıda tartışılacak olan örneğin, bilim tarafından ilk kez bulunmuş gibi sunulması, kökleri binlerce yılla dayanan disiplinlere karşı yapılan bir haksızlık olarak düşünüyorum.

Dr. Thomas Z. Ramsey’in 2015 yılında kaleme aldığı ‘’Nöro Pazarlamaya Giriş’’ kitabı son dönemlerde yukarıda bahsettiğim konular üzerinde yazılmış en güzel kitaplardan biri. Beynimizin ve zihnimizin nasıl çalıştığından ve nasıl davranışlar sergilediğimizden tutunda, duygular ve hislere kadar bir çok ilginç alanda bilimsel çalışmalar içeriyor. Ancak yukarıda girişini yaptığım haksızlık, bu kitap içerisinde de çok açıkca gözüküyor. Bu kitabın ‘’Hisler ve Algılama’’ bölümünde, görme (vision) alanında yapılan bazı çalışmalara değinmek istiyorum. Öncelikle neden görme konusunda yoğunlaştığımız önemli bir konu. Görme, biz insanlarda açık ara en dominant his. Bilimsel çalışmlara göre, bizler ‘’görsel varlıklar’’ olarak ‘’yaratıldık’’. Ancak bu konuda ne kadar başarılı olduğumuz büyük bir soru işareti. Gerçekten olan biten şeyleri, tüm anlamıyla olduğu gibi görebiliyor muyuz? Dr. Thomas Z. Ramsey, bu konuda yapılan bilimsel çalışmalara kitabında yer veriyor. Ramsey’e göre beynimiz aslında sadece bir ‘’yorumlayıcı’’, hatta Ramsey bir adım ileriye giderek beynimizin sadece bir ‘’tahminci’’ olduğunu söylüyor. Diğer bir anlamda, beynimiz etrafında olan bitenleri yorumluyor ve bu yorumlar genellikle geçmiş deneyimlere ve bilgilere dayanıyor. Sonuç olarak, beynimizin yarattığı bu dünyaya ve gerçeğin bu olduğuna inanmaya başlıyoruz. Bu süreç yaşamımız boyunca öğrendiklerimiz ve tercübe ettiklerimizle güncellenerek devam ediyor. Burada şu önemli soru ortaya çıkıyor; geçmiş deneyimlerimiz, öğrendiklerimiz ve beynimizin yorumladığı bu ‘’gerçeklik’’ ne kadar etrafımızdaki gerçek dünyayı yansıtıyor? Ramsey’e göre tercübe ettiğimiz dünya, gerçek resmin sadece bir bölümü ve temsili. Hatta, dünyanın bizim duyumsal sistemimizin (burada görmeden bahsediyoruz) algılayabileceğinden çok büyük olması üzerinde de bilimsel çalışmalar açıkça ortaya konmuş.

Bu bilimsel çalışmalar kulağa hoş gelebilir ve bizleri üzerinde düşündürebilir. Ancak, aslında bu buluşlar, bizlere bilim tarafından yeni olarak mı sunuluyor? Beynimizin ve zihnimizin aslında sadece bir basit ‘’gerçeklik resmi’’ yarattığı, bizlere ilk kez gerçekten bilim tarafından mı sunuluyor? Hayır, kesinlikle bu böyle değil. Bunun böyle olmadığını 1960 yılında, Erich Fromm tarafından kaleme alan ‘’Psikanaliz ve Zen Budizm’’ kitabından bazı örnekler vererek gösterebiliriz. Erich Fromm, bu kitabında psikanaliz ve Zen Budizm arasındaki farkları ve benzerlikleri inceliyor. Erich Fromm’un sözleriyle; ‘’Ortalama sıradan insan uyanık olduğunu sandığı zaman yarı yarıya uykudadır. ‘’Yani uykudadır’’ dediğim zaman gerçekle olan ilişkisinin son derece bölük pörçük olduğunu söylemek istiyorum. (Kendi içinde ve dışında) gerçek sandığı şeylerin çoğunluğu zihninin yaratısı olan bir takım yanılgılar, yanılsamalar...’’ Bu sözler kullağa tanıdık geliyor mu? Evet, yukarıda bize bilimin yeni olarak bulduğunu iddia ettiği şeylerin, 1960’larda farklı sözcüklerle söylenmiş şekli. Konu burada da bitmiyor. Erich Fromm, 1960 yılında zihin hakkında bu tespitlerde bulunurken, kökleri aslında binlerce yıl eskilere giden Zen Budizm’den faydalanıyor. Yani bir diğer anlamda, bilimin bizlere ‘’yeni’’ diye sunduğu şeylerin kökleri binlerce yıl eskilere dayanıyor diyebiliriz.

Ancak, burada bilim ile kökleri binlerce yıl geçmişe dayanan Zen Budizm arasında büyük bir fark ortaya çıkıyor. Yukarıda baktığımız zaman, ana düşüncede aynı şey söylensede, bence beynimize ve zihnimize yaklaşımda çok derin ayrılıklar var. Bilim bu çalışmaları yaparken, beyni ve zihni bizden bir şekilde ayrı bir ‘’şey’’ gibi tutup analiz etmeye çalışıyor. Örneğin, duygusal olduğumuz zamanlarda, beynin hangi bölümlerinin aktifleştiğini klinik olarak analiz edip, bazı bulgular ortaya çıkarmaya çalışıyor. Ancak bilim gerçekten de zihnin en büyük sorusu ve sorunu olan, bizleri hemen hemen her gün üzerinde bir şekilde (bilinçli veya bilinçsiz) düşündüren varoluş problemimize, beyni ve zihni bizden ayrı tutarak cevap verebilir mi?

Belki de bilimin gerçekten böyle bir iddiası yoktur,  fakat bu soruya cevap veremeyen bir bilim bence her zaman yarım kalmış film tadında olacaktır. Beynimizin çalışma şekli ve zihnimiz, bizlerin bu dünyayı nasıl algıladığını şekillendiriyor ancak bundan ötesi var mıdır? Zihnimizi bir köşeye koyup, ona uzaktan bakıp, o yarattığı sahte dünyayı algılayıp, kendi doğamızı tam olarak anlayabilir miyiz?

Sanırım bu sorunun cevabı dolaylı olarak bu yazı içerisinde yer alıyor. Yukarıda açıklandığı gibi bilimin de katıldığı üzere, öğrendiklerimiz, tercübelerimiz ve yaşanmışlıklar bizlere bir zihinsel dünya yaratıyor ve çoğu zaman bu zihinsel dünya gerçeklikten uzak ve yapay. O zaman bu bilgilerden, tercübelerden ve yaşanmışlıklardan önce her zaman var olan ve duran, bizlerin her gün üzerine yaşadıklarımız ve tercübelerimizi katdığımız bir ‘‘başlangıç’’ zihni ve ‘’sıfır noktası’’ olmalı. Burada sanırım şu sorular ortaya çıkıyor, bu her zaman var olan ve başlangıç olarak söyleyebileceğimiz zihin nasıl bir zihin? Bu zihni nasıl hissedebiliriz? Bu soruya verilmiş en güzel cevaplardan bazılarını, Zen Ustası Shunryu Suzuki’nin ‘‘Siz Neredeyseniz Aydınlanma Orada’’ kitabının hemen hemen her köşesinde bulabilirsiniz. Suziki’ye göre bu başlangıç zihnini, benlik fikrimiz olmadığında, bizi bağlayan bağlardan kendimizi sıyırdığımızda, onları koparıp paramparça ettiğimizde ve aynı zamanda kendi içimizdeki zenginlikleri hissettiğimizde görebiliriz.

Buradan görüldüğü gibi, kabul etmek gerekirse bu hiç de kolay bir şey değildir. Üzerinde büyük bir dikkat ve özveriyle çalışmak gereklidir. Ancak, orada tüm sahte algılarımızdan, kendi benliğimizden çok uzak ama hep var olan ve bizlere büyük bir dinginlik verecek olan bu başlangıç zihninin var olduğunu az bile olsa hissedebilmek, bu yola çıkmak için yetmez mi? Bu evrensel olan noktaya yolculukda hepimize başarılar...     

Dergiler Haberleri