“Bilinçli tercih statükonun devamı”

Dışişleri eski Bakanı, eski milletvekili ve  müzakereci Özdil Nami, mevcut iktidar ile Cumhurbaşkanlığı’nın federasyon niyetleri olmadığı gibi, statükoyu da sona erdirme niyetlerinin olmadığını söyledi.

Ödül Aşık ÜLKER

Dışişleri eski Bakanı, eski milletvekili ve eski müzakereci Özdil Nami, statükoyu bitirmenin mümkün olduğunu ancak mevcut iktidarın statükoyu sona erdirme niyeti olmadığını söyledi.

“Mevcut iktidarın, statükoyu sona erdirme niyeti yok. Esas hedef statükoyu sona erdirmek olsaydı, bunun yolu vardır” diyen Nami, İngiltere’nin Dışişleri eski Bakanı Jack Straw’un

“Rumları tek başlarına AB’ye alarak hata yaptık. Onların üzerinde baskı kurma yeteneğimizi yitirdik. Gelinen noktada, bu baskıyı tekrar kurmanın tek yolu kaldı. Müzakerelere geri dönülmeli ancak tekrar ‘hayır’ derlerse, KKTC’nin tanınacağını Rumlara peşinen söylemeliyiz” sözlerini hatırlattı. Türk tarafının, BM’ye Straw’un önerisini neden sunmadığını soran Nami, bu önerinin statükoyu bitireceğini kaydetti.

Nami, “‘Kaldığımız yerden devam ederiz, bitiririz ve Rum halkına ‘Kıbrıslı liderlerin çıkarttığı kapsamlı çözüm planı budur. Bunu kabul mu ediyorsunuz, ret mi ediyorsunuz? Kabul ederseniz federasyon, reddederseniz kadife ayrılık. Tercihi yapın’ deriz. Bu şekilde statüko biter. Bunun yapılmaması, bizi idare edenlerin derdinin statükoyu bitirmek olmadığını gösteriyor. Tam tersi, statükonun devamını sağlamak istiyorlar. Bunu açıkça söylemiyorlar ve niyetlerini bayrakla, milliyetçi söylevle örtmeye çalışıyorlar” diye konuştu.

Diyaloğun önemine vurgu yapan Özdil Nami, şunları söyledi:

“Tanınmanın, iki devletli çözümün hem bizim, hem de Rumların çıkarına olduğunu iddia ediyoruz. Onları ikna etmek için bir masanın etrafında, medeni insanlar gibi, konuşmamız gerekmiyor mu? İnsanlar sorunu ya şiddet yoluyla ya da diyalog yoluyla çözer, başka yolu yok. Şiddet yolunu kullanmayacağımıza göre, diyalog yolunu niye kullanmıyoruz ve bekliyoruz. Kimden bekliyoruz? Eğer biz konuşarak ikna etmeyeceksek, başkalarının Rum tarafına konuşarak ikna etmesini sağlamamız lazım.”

“Tecridin arttığı, yalnızlaşmamızın daha da derinleştiği bir tablo”

Soru: Liderler New York’a gittiler, üçlü görüşme olmadı. Cumhurbaşkanı Tatar, New York görüşmelerini başarı olarak nitelendirdi. Siz New York ziyaretini Kıbrıs Türk tarafı açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nami: Kıbrıs Türk halkının tecrit durumunun arttığı bir tabloyla karşı karşıyayız. İlk kez, bu kadar yalnızlaştık. Geçmiş ziyaretlere baktığımızda, o zaman yapılan toplantılarla şimdiki durumu karşılaştırdığımızda, çok büyük bir fark göze çarpıyor. Maalesef, orada bizi temsil eden yetkililer, dünya tarafından hiçbir şekilde kabul görmüyorlar, hareket alanları çok kısıtlanmış. Dışişleri Bakanı, bir tek Azerbaycan ve Pakistan temsilcileriyle görüşmüş. Tabi, bir de rutin, BM’nin bazı yetkilileriyle... Ben “başarılı geçti” ifadesine gerekçe oluşturacak somut bir tablo görmedim. Tam tersi, üzerimizdeki tecridin arttığı, yalnızlaşmamızın daha da derinleştiği bir tablo gördüm. Bu, iyi bir şey değil. Görüşünüz her ne olursa olsun, o görüşte hemfikir olabiliriz, olmayabiliriz, görüşümüzü dünyaya anlatabilmemiz lazım. Anlatabilmemiz için de, değişik çevrelerle bir araya gelip, konuşabilmemiz lazım. İnsanlarla bir araya gelemiyorsak, görüşümüzü anlatamayız, ona destek bulamayız. Maalesef mevcut siyasi yapı, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, bizi böyle bir duruma çekti. Her şeyi Türkiye’den bekler durumdalar. Türkiye, elbette Kıbrıs konusuna büyük önem veriyor ama Türkiye’nin önünde çok daha başka ve büyük konular var. Biz, o listenin sadece bir maddesiyiz. Kıbrıs konusunu etkileyebilecek güçlerle yapılan toplantılarda, Kıbrıs konusuna kaç dakika ayırdıklarından çok emin değilim. Çünkü Türkiye’nin geleceğini etkileyen çok daha başka konular ön plana çıkmış durumdadır.

“Geçmişe nazaran daha kötü bir noktadayız”

“Sayın Erdoğan, BM Genel Kurulu’nda KKTC’nin tanınması için çağrı yaptı, bu çok önemlidir” diyorlar. Elbette, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın söylediği her şey önemlidir, ama yapılan çağrıya verilen cevap daha önemlidir. Herkes saygıyla dinledi ama hiç kimse destek beyan etmedi. Hiç kimse “Türk Cumhurbaşkanı’nın yaptığı bu çağrıya kulak vermeliyiz” gibi bir açıklama yapmadı. Geçen yıl da benzer bir çağrı yapılmıştı, o zaman da beklenen olumlu geri dönüş olmadı, en yakın ülkelerden bile. Dolayısıyla Sayın Erdoğan’ın, BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmanın bir cümlesinde bu ifadeyi sarf etmesini başarı olarak görmek neyi anlatıyor? Hiç bir icraat yok, hiç bir başarı öyküsü yok, bir tek buna sığınılıyor. Sonuç olarak, Kıbrıs Türk halkının dünyadaki görünürlüğü, anlaşılırlığı açısından, geçmişe nazaran daha kötü bir noktadayız.

“Sayın Denktaş her zaman müzakere masasındaydı”

Soru: Cumhurbaşkanı “Anlatıyoruz, dinliyorlar, bizi anlıyorlar. Ama BM kararları onları bağlıyor” diyor. Diğer taraftan, Dışişleri Bakanı da, “KKTC’nin tanınma sürecinin başladığını söyleyebilirim” diyor...

Nami: Cumhurbaşkanı’nın söylediği ile ilgili olarak şunu söylemek isterim, bu zaten geride bıraktığımız 60 yılın hikayesidir. Ben Denktaş Bey’le de çalışma fırsatı bulmuştum. O zaman yapılan toplantılarda da, herkes söylenenleri anlıyordu ama uluslararası hukukun gerçekleri ve reel politik var. “Size hak veriyoruz ancak sizin söylediğiniz yolda ilerlemek mümkün değil. Onun için, müzakere masasında Rum muhataplarınızla başka yollar aramanız lazım” deniyordu. Onun için Sayın Denktaş her zaman müzakere masasındaydı. Müzakere masasından kalktığı dönemler hiç bir zaman uzun olmamıştır, konfederasyon önerisini yaptığında bile bir yıl sonra tekrar müzakere masasındaydı. Neticede, dünyanın birçok sorunu var, değişik ülkelere, toplumlara hak veriyor olabilirler ama bu, hemen gereğini yapacaklar anlamı taşımıyor. Bu gibi konular, uzun müzakereleri gerektiren konulardır ve istediğinizi almanız için mutlaka müzakere masasında olmanız lazım. Uluslararası ilişkilerde çok bilinen bir deyim vardır, “ya müzakere masasında oturan tarafsınız ya da masada servis edilen yemeksiniz, başkalarının paylaşacağı.” Durum bundan ibarettir. Bizim şu an içinde olduğumuz durum budur. Kendimizi müzakere masasından çektiğimiz ölçüde, yaratılan boşluğu başkaları dolduruyor ve onların çıkarları etrafında geleceğimiz şekilleniyor.

Sayın Dışişleri Bakanı’nın, hangi gerekçeye dayanarak, “KKTC’nin tanınma sürecinin başladığını söyleyebilirim” iddiasında bulunduğunu açıklamasını arzu ederim. Yakın geçmişte, Pile’de olan olaylar sonrasında, Güvenlik Konseyi’nin yaptığı ortak açıklama ve bütün dünyanın onlara verdiği destek bile, bırakın tanınma yolunda gitmeyi, o yönde kullandığımız gerekçelere bile itibar edilmediğini gösterdi. Keza, böyle bir olay olsa, bizi tanıması muhtemel ülkelerden, şimdiden, örneğin üzerimizdeki izolasyonları kaldırmaya yönelik somut adımların atılmaya başladığını görmemiz lazımdı. Bunlar yok. Bunlar olmadan, sırf, Türk Devletleri Teşkilatı’na (TDT) KKTC ismiyle gözlemci olarak davet edilmemizi gerekçe göstermek inandırıcı değil. Zaten biliyoruz ki, AB’den de o konuda bir açıklama geldi ve “eğer bu, ilgili ülkelerin meclislerinden de onaylanır ve resmiyet kazanırsa, o zaman o ülkelerle AB arasındaki işbirliği anlaşmaları yürürlüğe giremez” dediler. Onun da sebebi açık, çünkü o anlaşmaların yürürlüğe girebilmesi için, Rum tarafının onay vermesi lazım. Kuzeyi tanıma yönünde adım atan bir ülke ile AB arasında işbirliği anlaşması imzalanmasına, Rum tarafı asla izin vermez. TDT üyeleri de bunu bildikleri için, bu konudaki prosedürü sürüncemede bırakıyorlar. Bir taraftan Türk tarafına, “bakın biz liderler seviyesinde size bu sıfatı verdik” diyorlar, diğer taraftan Avrupalılara “merak etmeyin, onaylamadık, prosedür bitmedi” diyorlar. Böyle bir durumdan, “KKTC tanınıyor” mesajını çıkartıp, bunu pazarlamaya kalkıyorsak, bunu ayakları yere basan, sağlıklı bir değerlendirme değil de, bir nevi “Gidip, geliyoruz. Devletten maaş da çekiyoruz. New York’ta harcırah da alıyoruz ama merak etmeyin bir şeyler yapıyoruz” deme ihtiyacından kaynaklanan bir söylem diye değerlendiriyorum maalesef.

“Kim sizi niye ciddi olarak muhatap alsın?”

Soru: Rum lider Hristodoulides, BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Türkiye’yi muhatap aldı. Rum tarafının bu tavrı için ne söyleyebilirsiniz?

Nami: Rum tarafı, ezelden beri, Kıbrıs Türk tarafını by-pass edip, Türkiye’yi doğrudan muhatap almayı stratejik bir öncelik olarak koydu. Dünyaya da hep “Bizim sorunumuz Kıbrıslı Türklerle değil, Türkiye’yledir” dediler, Hristodoulides’in konuşması da bununla tutarlı bir yaklaşım. Gerek mevcut cumhurbaşkanlığının, gerekse hükümetin tavrı da bu yaklaşımı körüklüyor. En küçük konuyu bile Türkiye’den talimat alarak hayata geçiren, sürekli olarak bağımlılığı ön plana çıkartan bir idareyi kim niye muhatap alsın? Siz, beş vakit namaz kılar gibi, günde beş vakit her şeyinizle Türkiye’ye bağlı olduğunuzu, Türkiye ile tam uyum içinde olduğunuzu, her şeyi Türkiye ile birlikte yapacağınızı söylüyorsunuz. Türkiye Cumhurbaşkanı’na “Cumhurbaşkanım” diye hitap ediyorsunuz. Gelen bakanlara ya da büyükelçiye, vali gibi davranıyorsunuz. Siz kendi kendinizi küçültüyorsunuz, bu boyuta çekiyorsunuz. Siz bunu yaptıktan sonra, kim sizi niye ciddi olarak muhatap alsın?

“İkna olup olmadığınız icraatla belli olur, nezaketen söylenen sözlerle değil”

Hristodoulides’in yaklaşımı, bizi kapsamlı çözüme götürebilecek bir yaklaşım olmaktan çok uzak. Sanki Crans Montana’daki başarısızlığın sebebi Türk tarafıymış gibi, sanki masayı biz terk etmişiz gibi davranıyor. Halbuki sorun kendilerindeydi. Türkiye de, Kıbrıs Türk tarafı da çözüme hazırdı, kendileri masadan kalktılar. Gerçek bu iken, “Türkiye’ye vize serbestiyesi verelim, gümrük birliğini güncelleyelim, göçmen konusu ile ilgili maddi yardımı arttıralım da, Türk tarafını masaya gelmeye ikna edelim” yaklaşımları komik kaçıyor. Bir, Türkiye bunlara itibar etmez. Çünkü Türkiye’nin ihtiyaçları aslında çok çok daha büyük. İki, AB’den de buna destek gelmez. Çünkü Hristodoulides AB’nin Türkiye’ye bazı imkanlar tanımasını istiyor ama bu doğrudan Almanya’yı da, Fransa’yı da, diğer AB üyelerini de etkiler. Yani Hristodoulides’e yardım etmek için, kendilerini etkileyecek konularda niye adım atsınlar? Aslında Hristodoulides de bunu biliyor, o şovu yaptı, “ben istiyorum” imajını çizdi. Uluslararası camia da Hristodoulides’in samimi olduğuna, söylediğiyle bir yere varılabileceğine inanmıyor ama üye ülkenin devlet başkanıdır, nezaketen dinliyorlar. Nasıl ki, bizim yetkililerimiz toplantılardan “bizi ne kadar iyi dinlediler, bizi anladılar” intibasıyla ayrılıyorsa, o da toplantılardan öyle ayrılıyordur. Çünkü diplomasi böyledir, muhatabınızla masanın etrafında kavga etmezsiniz. Bakarsınız, baş sallarsınız. Anlayıp, gerçekten ikna olup olmadığınız icraatla belli olur, nezaketen söylenen sözlerle değil.

“BM çatısı altında eşitiz”

Soru: Kıbrıs Türk tarafı, “Kıbrıs sorunu bir süre dursun, iki tarafın da faydasına olacak konularda işbirliği yapalım” diyor. Bu ne kadar gerçekçi?

 

Nami: Bunu sık sık duyuyoruz, fakat bunun içerisinde çok çelişkili bir yaklaşım sergiliyorlar. “Statü konusunda anlaşamıyoruz, onun için işbirliği yapalım” diyorlar ama o işbirliğini yapmak için de statü konusunda anlaşmayı ön şart olarak koyuyorlar. “Devletten devlete” diyorlar yani toplumsal bazda eşitliği yeterli görmüyorlar. BM çatısı altında eşitiz, BM çatısı altında müzakere masasına oturduğumuzda, eşit statüde oturduğumuzu şu andaki cumhurbaşkanlığı ya da dışişleri bakanlığı bilmiyor mu? Öyle olmasaydı, yıllarca, Denktaş Bey, Sayın Eroğlu, Sayın Talat ve Sayın Akıncı BM çatısı altında müzakere masasına oturur muydu? BM çatısı altında statülerimiz eşit, Rumlar da toplum olarak oturuyor, biz de. Eğer amacımız eşitlikse, BM çatısı altında yürüttüğümüz müzakerelerde bu zaten var. Oluşturduğumuz teknik komitelerde var. Ama bizim idarecilerimiz dürüst değiller. “Eşitlik istiyoruz” dediklerinde aslında Rum tarafının devletimizi tanımasını istiyorlar. Bunu ön şart olarak koyduğunuzda, zaten işbirliklerinin gerçekleşmesini baştan engelliyorsunuz. Rum tarafı sizi tanımaya hazır bir noktada olsa, zaten Kıbrıs sorunu diye bir sorun ortadan kalkardı. Bu konuda bizim yetkililerimizde samimiyet eksikliği var. Samimiyet olsa, “BM çatısı altındaki formata saygılıyız” derler ve oradaki eşitlik temelinde konuşurlar ve her iki tarafın ihtiyaçlarını gidermeye yönelik, günlük sorunları çözme amacıyla komiteler çalışır ve onların kararlarını her iki taraf uygular. Bu modelle geçmişte gerçekleştirilen birçok konu oldu, gelecekte neden olmasın...

“Konuşmadan nasıl ikna edeceksiniz?”

Tanınmayı her şeyin ön şartı haline getirdiğinizde, o zaman hiçbir şey olmaz. O kadar absürt bir noktadalar ki, karşı taraftan tanınma istiyorsunuz ama sizi tanımadan onunla konuşmayı dahi reddediyorsunuz. Konuşmadan nasıl ikna edeceksiniz? Tanınmanın, iki devletli çözümün hem bizim, hem de Rumların çıkarına olduğunu iddia ediyoruz. Onları ikna etmek için bir masanın etrafında, medeni insanlar gibi, konuşmamız gerekmiyor mu? İnsanlar sorunu ya şiddet yoluyla ya da diyalog yoluyla çözer, başka yolu yok. Şiddet yolunu kullanmayacağımıza göre, diyalog yolunu niye kullanmıyoruz ve bekliyoruz. Kimden bekliyoruz? Eğer biz konuşarak ikna etmeyeceksek, başkalarının Rum tarafına konuşarak ikna etmesini sağlamamız lazım. Başkaları kim olabilir? BM olabilir, AB olabilir veya üye önemli ülkeler olabilir. Biz BM’yi, Pile’de, fiziksel olarak tartakladık, AB’yi her gün düşman ilan ediyoruz. Diğer ülkelerin hiçbiriyle diyaloğumuz kalmadı. O zaman, bizim adımıza Rum tarafını kim, nasıl ikna edecek? Bütün bu söylediklerimizi bilmeyecek bir kapasite eksikliği yok, bunlar biliniyor. Bunlar bilindiğine göre, bilinçli tercih mevcut durumun devamıdır. Yani kuzeyde, uluslararası hukukun dışında bir yapı devam etsin, varlığını sürdürsün. Demek ki, KKTC’de bundan nemalanan, faydalanan çok güçlü ve derin bir yapılanma var.

“Ne tanınma, ne de federal çözüm, (istenen) statükonun devam etmesi”

Devleti uluslararası hukukun dışında tutup, kendi iç hukukumuz da zayıflatılmak isteniyor. Kıbrıs’ın kuzeyinde AB normlarında, uluslararası hukuka uygun, hesap verebilir, şeffaf, demokratik bir ortam istenmiyor, farklı bir ortam isteniyor. Bunun idamesi için de, statükonun mutlaka devam etmesi gerekiyor. Ne tanınma, ne de federal çözüm, statükonun devam etmesi... Bizim de en büyük düşmanımız, statükonun devamı. Çünkü statüko devam ettiği sürece, Kıbrıs Türk halkının, dürüst insanların, gerçek yurtseverlerin burada hayatlarını idame ettirmesi mümkün değil. Çocuklarınızın geleceklerini burada kurmaları mümkün değil. Buradan ayrılıyorlar, yaratılan boşluk da diğer güçlerin istediği profildeki insanlar tarafından dolduruluyor. Varoluşsal tehdidin temelinde bu var. Eğer, bizi idare edenler, bu hassasiyeti paylaşsalardı ve “statüko bizi yok ediyor, bu işi tanıma veya federasyon alternatiflerinden biriyle mutlaka bitirmeliyiz” iradesine sahip olsalardı, o zaman, alıntı yapmayı çok sevdikleri, çok önemli uluslararası bir figür olan İngiltere’nin Dışişleri eski Bakanı Jack Straw’un sözlerine kulak verirlerdi. Jack Straw’dan alıntı yapıyorlar, “KKTC tanınmalı” dedi diye... Halbuki, Jack Straw onu demiyor, “Rumları tek başlarına AB’ye alarak hata yaptık. Onların üzerinde baskı kurma yeteneğimizi yitirdik. Gelinen noktada, bu baskıyı tekrar kurmanın tek yolu kaldı. Müzakerelere geri dönülmeli ancak tekrar ‘hayır’ derlerse, KKTC’nin tanınacağını Rumlara peşinen söylemeliyiz” diyor. Türk tarafı, Jack Straw’un bu dediğini neden hayata geçirmiyor? Bunu resmi öneri olarak BM’ye neden sunmuyor? Bu öneri statükoyu mutlaka bitirir. Kaldığımız yerden devam ederiz, bitiririz ve Rum halkına “Kıbrıslı liderlerin çıkarttığı kapsamlı çözüm planı budur. Bunu kabul mu ediyorsunuz, ret mi ediyorsunuz? Kabul ederseniz federasyon, reddederseniz kadife ayrılık. Tercihi yapın” deriz. Bu şekilde statüko biter. Bunun yapılmaması, bizi idare edenlerin derdinin statükoyu bitirmek olmadığını gösteriyor. Tam tersi, statükonun devamını sağlamak istiyorlar. Bunu açıkça söylemiyorlar ve niyetlerini bayrakla, milliyetçi söylevle örtmeye çalışıyorlar. Eskiden de bunu yapıyorlardı, ama Annan Planı’nda büyük bir kırılma yaşandı. Çünkü Türkiye’nin ihtiyaçları, bunun devam etmemesini gerektirdi ve orada bir aydınlanma oldu. Şimdi bizi karanlık günlere tekrar çekip, yanlış politikalarını milliyetçi örtüyle örtüp, bizi statükoya mahkum tutmaya çalışıyorlar.

“Statükodan kurtulmamız mümkün”

Soru: Çıkış yolu var mı?

Nami: Var, statükodan kurtulmamız mümkün. Türkiye ile esas bu konuda işbirliği ve koordinasyon sağlamamız lazım. Türkiye’nin yapması gereken şey, okullarımıza, yargımıza, vatandaşlık politikamıza müdahale etmek değildir. Türkiye’den tek beklentimiz, dünyaya bu görüşü aktarması ve talep etmesidir, yani Türkiye, “Kıbrıs müzakereleri tekrar başlamalı, ancak Rumlar da karar vermeli. Böyle bir kurguyla masaya oturmamız için bize yardımcı olun” demelidir. Bizim Türkiye’den tek beklentimizin bu olması gerekir. Bizim yetkililerimizin Türkiye’ye  “Kıbrıs Türk halkı artık statükoyu kaldıramıyor. Bizim de dünyayla entegre olmamız lazım. Dolayısıyla bize yardımcı olun, Rum tarafına baskıyı yığalım. Bu da ancak, onları bu iki tercih arasında seçmeye zorlamakla olur, federasyon veya iki devlet... Bunu gelin birlikte Amerika’ya anlatalım, Avrupa’ya anlatalım. Böyle yaparak, Doğu Akdeniz’deki sıkıntı çözülür. Herkes, birbirini hukuki zeminde muhatap almaya başlar. Enerji konusunda işbirlikleri gerçekçi bir proje haline dönüşmüş olur. Oradan karşılıklı bağımlılık ve ekonomik gelişme ve başka şeylerin önü açılır ve bu da belki başka olumlu gelişmelere vesile olur” demesi lazım. Türkiye ile siyasi diyaloğumuzun bu seviyede ve bu amaçla olması lazım. Siyasi diyalog, “hangi köye yol yapılacak, hangi camiye imam gönderilecek, hangi kitaba ne resmi konacak” seviyesine indirilirse, bir yere varamayız ve statükoyla yaşamaya devam ederiz.

“BM tarafından atanan herkes, Güvenlik Konseyi kararlarıyla bağlıdır”            

Soru: Biz de özel temsilci tartışması var. Olması sürece ne kazandırır, olmaması ne kaybettirir?

Nami: Statükonun devam etmesini istiyorsanız, ne özel temsilci istersiniz, ne de sizi müzakere masasına götürecek herhangi bir şey. Türk tarafının iddiasının bir temeli yok. “BM Genel Sekreteri kendi danışmanını atarsa olur. Güvenlik Konseyi’nden geçen bir danışman atarsa kararlara çok bağlı olur, federasyon görüşmek zorunda kalırız” kadar saçma bir yaklaşım müzakere tarihi görmedi. Böyle bir tartışma geçmişte hiç yaşanmadı. Konfederasyon önerisini yaptığımız zamanda da yaşanmadı, hiçbir zaman yaşanmadı. BM tarafından atanan herkes, Güvenlik Konseyi kararlarıyla bağlıdır.

Müzakere masasına oturduğunuzda, BM’den “iki devletli çözümü de konuşun” demesini beklememeniz lazım. BM ev sahipliği yapar. Siz masaya oturduğunuzda, “Federasyon konuşmak için oturduk ama 50 yıl konuştuk, bir şey olmadı. Ben iki devletli çözümü de masaya koyuyorum, dosyam budur. Herkesin çıkarına olacağının gerekçeleri de ekindedir. Lütfen okuyun” dersiniz ve onun üzerinden bir tartışma yaparsınız. Kimse sizin ağzınızı bağlamaz. Kabul ettirirsiniz veya ettiremezsiniz, o, müzakeredeki gücünüzle ilgilidir. “Özel temsilci kabul etmem, danışman kabul ederim” demek, tamamen topu taça atmaktır ve niyetsiz olmanızla alakalıdır. Federasyon kurmayla ilgili değil, statükoyu sona erdirme konusunda niyetsizlik var.   Mevcut iktidarın, statükoyu sona erdirme niyeti yok. Esas hedef statükoyu sona erdirmek olsaydı, bunun yolu vardır. Ama Türk tarafı bu yola girmeyi şiddetle reddediyor.

“Müzakere masasına mutlaka geri dönülecek”

Seçim döneminden sonra Türkiye’den aslında daha rasyonel mesajlar gelmeye başladı ve o konuda, bizim liderlikle uyumsuzluklar olduğuna dair duyumlar var. Uyum tekrar sağlanacak ve müzakere masasına mutlaka geri dönülecek. Bunun başka çıkar yolu yoktur. Müzakere masasına oturduğunuzda, aklınıza gelen tezleri söylersiniz. İçine düşülmemesi gereken tuzak, müzakere masasının sadece müzakere etmek için kurgulanması olur. Bizim taraf için söylediğimiz, “amaç çözüm değil, statükonun devamı” konusu, Rum liderliği için de geçerli. Onların da amacı budur. Onlar rahat, AB üyesi oldular. O gücü bizimle paylaşmak konusunda isteksizler ama bizim gerekçemiz nedir? Onlar öyle olabilirler ama bizim öyle olma lüksümüz yok. Eğer gerçek arzumuz halkımıza hizmet etmekse, dünyada Kıbrıslı Türklerin kimlikleriyle yer almasını sağlamaksa... Bugün Amerika’nın, Avrupa’nın en iyi okullarına gönderdiğimiz evlatlarımızın ülkemize geri dönmemesinin sebebi bu değil mi? Onlara gerçek anlamda bir gelecek vaat edebilseydik, dünya vatandaşı olabilecekleri bir ülke yaratabilseydik, ülkelerine geri dönmezler miydi? Dönerlerdi. Ama istenen bu değil, maalesef.

“Yok olma duygusunun, bu kadar zirve yaptığı başka bir dönem olmadı”

Bahsettiğim, dünyayla rekabet eden yapıda, liyakat üzerine insanların makamlara geldiği ortamda bu arkadaşların rekabet edip bir şey olması mümkün değil. Dolayısıyla bunu istemiyorlar. Onlar, varlıklarını, farklı bir sistemin içerisinde sürdürebileceklerini görüyorlar ve bunu muhafaza etmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Buna fatura kesecek bir seçmen kitlesi olması lazım ve tabi ki o seçmen kitlesini ikna edecek bir siyasal yapılanma, muhalefetiyle, sivil toplum örgütleriyle... Bunun kurgulanıp, mobilize edilmesi lazım. Kolay bir iş değil. Birçok değişik çevreye görev düşüyor Artık bu noktadan sonra, tehlikeli bir kavşaktayız. Atacağımız adımları çok dikkatli atmamız lazım. Seçimleri çok dikkatli yapmamız lazım. Yok olma duygusunun, Kıbrıslı Türklerin tarihinde, bu kadar zirve yaptığı başka bir dönem olmadı. Kendi ülkemize yabancılaşmaya başladık. Başta, iktidarda olanların bu konuya eğilip, bu duyguyu silecek bir davranış içine girmesi beklenir. Girmiyorlarsa da, halkın hesap sorması gerekir.

Röportaj Haberleri