Dilek Öncül Kodan
Merhaba!
Bu hafta sizleri Hasan Ali Toptaş’ın, 1999 Cevdet Kudret Edebiyat Ödüllü romanı Bin Hüzünlü Haz ile buluşturuyorum.
Masalsı bir yolculukta Alaaddin’i arıyor kahramanımız. Aslında bir sesi-sesleri arıyor; Alaaddinlerin sesini: “Kimi zaman şehrin karmaşasında boğulur gibi oluyor bu ses, hatta büsbütün kaybolur gibi oluyor ama ben işitiyorum”. Genellikle, üçkâğıtçı, ayyaş ya da serseri kılığındaki meleklerle dolaşıyor Alaaddin, ama bir o kadar masum. Bu denli masum olmak insana özgü değil, o nedenle kahramanımızın iç sesi belki de sadece; başkalarından duyarak değil cesaret gösterip, risk alıp yaşamak isteyen -“o adamların arasında adamakıllı kirlenip kim olduğunu anlamak isteyen”- bir ses. “Ruhunda uğuldayıp duran boşluğu doldurabilmek, şu lânet olası hayatın ağırlığına katlanabilmek, ya da içinde açılan yaraları onarabilmek için belki de farkına bile varmadan yaratılmış” bir ses.
Bu ses, her türlü kirlenmişlik bir yana da, işlenen cinayetlere takılıp kalıyor… “Evinde uyurken boğazlanmış yaşlı ve zengin kadınların, mahalle kahvesinde oturup sakin sakin çayını yudumlarken ağzını şapırdattı diye gövdesi kurşunla kalbura çevrilenlerin, namus uğruna ipe çekilen kızların, polis panzerlerinin altında ezilen göstericilerin cesetleri ekrandan geçerken, ses, birazcık da olsa suçtan arınmışlığını unutup rahatlıyor.”
Toptaş’ın romanı bir çeşit sanrılar bütünü, geçmişle bugünün karmaşası. Coşkulu bir andan birdenbire kocaman bir hüzne yuvarlanıyor. Masal kahramanları çıkıp geliyor bir yerlerden. Gemiler var hep, güvertesinde bitmeyen el kol hareketleriyle insanlar… Hiç bitmeyecek bir kaos… Gözleme dayanan onca hikâye, onca insan, onca mimik… “İnsanların çoğu yere inmiş, öfkeleri burunlarında. Ellerinde sinir hapları. Herkes leblebi yer gibi sinir hapı atıyor ağzına.” İnsanlar günlük rutinde boğulmuş, düş kurmayı unutmuş, yaşamayı, sevmeyi unutmuş: “Aynı sokakta oldukları halde, birbirlerinden binlerce kilometre uzak durarak, yan yana yürüyüp gidiyorlar.” Çevresine sırtını dönmüş, duyarsızlaşmış-duyarsızlaştırılmış, sonra da kendini bağımlılıkların kucağına atmış günümüz insanı var romanda. Kalabalıklar içinde yalnızlaşmış, deryada olup deryayı bilmeyen balıklar gibi şehir insanları.
İnsanoğlunun yazgısı da var romanda, asla kurtulamayacağı bir yazgı. “Önce ne yapıp edip kıvrana kıvrana yaratır, sonra hazin bir teslimiyetle yarattığının kulu kölesi olur, ardından da onu ellerimin arasında tutacağım diye helâk olur gidermiş” insanoğlu diyor kahramanımız.
Romanımızın sonunda, Alaaddin’e yani kendine, iç sesine, insana kavuşuyor mu kahramanımız? Hade bu da size kalsın. Her şeyi yazıp canınızı sıkmayım durduk yere… Yeniden görüşmek umuduyla…